HomeUncategorizedİslamofobi

İslamofobinin Tarihçesi

Dünya’da İslamofobik Okumanın Tarihsel Temelleri

“Ötekilerden söz ettiğim ölçüde aslında hep kendimden söz ediyorum” Montaigne

Allah tarafından yeryüzüne merhametin, barışın hâkim olması ve toplumsal sorunların çözümü için gönderilen İslam dini birçok probleme sebep olan uygulamaları ortadan kaldırarak toplumsal huzuru sağlamıştır. İslam dininin kabulüyle birlikte siyasal ve kültürel alanlarda pozitif değişimler meydana gelmiş, bu gelişmeler neticesinde İslam’ın yaygınlaşmasıyla Batı Hristiyanlığı İslam karşıtı bir tutum sahibi olmaya başlamış, İslam dininin birçok toplum tarafından kabul edilmesiyle de İslam dini hedef gösterilerek İslam’a karşı düşmanca bir tavır sergilenmiştir.

Avrupa’nın tanımladığı diğer düşmanların tersine, İslam dininin fetihleri, yıkıma uğratmayan, kültürel ve ticari olarak düzeni iyileştiren ve fethettiği yerlere huzur getirerek bölge halkının teveccühünü kazandıran bir farklılığa sahip olmuştur (Bulut, 2004, s. 27). Dolayısıyla İslam dininin etki alanını genişletmesi Hristiyan Avrupa için bir sorun olmuş ve İslam, Hristiyan Batı anlayışına engel ve tehdit olarak teolojik, siyasi ve kültürel bir meydan okuma olarak görülmüştür (Esposito, 2002, s. 67).

Bu tehdit neticesinde, özellikle Hz. Musa ve Hz. İsa’yı da içeren birçok peygamberin çağrılarını tamamlamak üzere gelen Hz. Muhammed’in (Hüseyin vd. 1989, s. 15) İslam dininin bir peygamberi olarak Hristiyanlar tarafından kabul edilmemesi Hz. Muhammed ve İslam düşmanlığını doğurmuştur  (Hourani, 2010, s. 19-21).

Dünya tarihinde imgelerin üretimine hâkim olan Batı, saplantılarını haklılaştırmak için seçtiği imgeleri iyi kullanmış ve Batı kültüründe var olagelen, rahatsız edecek düzeydeki İslam algısını yönetmiştir (Corm, 2003, s. 123). İslam’a karşı Batı kiliseleri aracılığıyla oluşturulan algı, Orta Çağ itibariyle topyekun bir saldırıya dönüşmüş, İslam’ın bir din, Hz. Muhammed’in de bu dinin peygamberi olduğu kabul edilmemiş, Müslümanlar da olumsuz nitelemelerle adlandırılmıştır. Batı’da İslam ile ilgili çizilen bu tablo,  günümüz İslam karşıtlığını artırmada önemli bir etken olmuş ve bu imaj 20. yüzyıla kadar devam etmiştir. Özellikle Soğuk Savaş’ın ardından İslam dini terör, şiddet ile ilişkilendirilerek güvenlik sorunu haline getirilmiş ve İslam/İslam tehdidi de uluslararası güçlerin siyaset aracı haline gelmiştir (Kalın, 2016b, s. 15).

Görüleceği üzere, 11 Eylül 2001 saldırıları ile sık duyulan İslamofobinin/İslam karşıtlığının uzak geçmişini oryantalist bakış açısının doğurduğu Doğu-Batı ayrımına kadar dayandırmak mümkündür (Yüksel, 2012, s. 194). Avrupalı yazarların Doğu ve İslam’ı Batı düşmanı olarak gösteren ön yargıya dayalı eserleri ve 11 Eylül 2001 öncesinde yapılan Hollywood filmlerinde Müslümanların kötü, tehlikeli, şiddet taraftarı, terörist olduğuna yönelik söylemler (Khan, 2012, s. 13; Okumuş, 2007, s. 235), Doğu-Batı arasındaki sorunları canlı tutarak günümüze kadar taşımış, İslam karşıtlığı (anti-İslamizm) bakış açısı da sosyolojik bir problem olan İslamofobiyi artırmıştır (Aktaş, 2014, s. 44).

1970’li yıllarla birlikte meydana gelen İran İslam Devrimi ile yeni bir süreç yaşanmış, İslam siyasal düzlemde görünür olmaya başlamıştır. Batılı ülkelerin İslam coğrafyası üzerindeki güç mücadelesi ve Müslümanların Batı’ya göç etmesi ile birlikte Batı’da Müslümanlara yönelik ırkçılık ve yabancı düşmanlığı sebebiyle şiddet eylemleri artmıştır (Çetin, 2016, s. 543-545). 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla da komünizm güç kaybetmiş, Sovyetler Birliği dağılmış ve tek kutuplu dünya algısı meydana gelmiştir. Bu durum üzerine, Batı’daki, özelde de Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bazı politikacıların ve kurumların yeni bir düşman olarak İslam’ı seçmesi İslamofobinin artmasına sebep olmuştur  (Kirman, 2010, s. 23).

Özetle, tarihteki Hristiyan-İslam karşılaşmalarında Batı’nın kimlik problemi olarak Avrupa merkezci bakış açısı ile Doğu’yu ve İslam’ı tehdit ve öteki olarak gördüğü kolektif hafızası; 1960’lı yıllardan itibaren Müslümanların Avrupa’ya yerleşmesi ile birlikte Müslümanların Avrupa’da tekrar görünür olması; 20. yüzyılda dünyada siyasal akım haline gelen kimlik siyaseti sonucu, Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile birlikte İslam dininin ötekileştirilerek hedef gösterilmesi ve 11 Eylül 2001 olayı ile terör kavramının İslam dini ile anılması İslamofobinin köken ve sebeplerini oluşturmaktadır (Kirman, 2010, s. 25-29).

Dolayısıyla ABD’nin Soğuk Savaş döneminde Afganistan’ın SSCB tarafından işgal edilme durumuna karşı Afganistan ve Pakistan’daki İslami hareketleri desteklemesine rağmen, 2000’li yıllarda Batı’nın, neden Orta Doğu’da köktendinci olarak tanımladığı İslami hareketlere odaklandığı bahsi geçen tarihsel sürecin ortaya çıkardığı anlamlarla doğru orantılıdır. Ayrıca 11 Eylül 2001 olayının ardından medyanın, düşünce kuruluşlarının, siyasal lobilerin İslam’ı hedef olarak gösterme sebeplerini, ABD’nin ürettiği politik stratejilerde görmek mümkündür.

Sonuç olarak, Batı’daki İslam karşıtlığının tarihi çok eskilere dayanmakla birlikte, günümüzde İslam’ın modern dünyanın ürettiği problemlerin çözümü için tek alternatif olması sebebiyle modern Batı, İslam’ın gerici olduğu, özgürlükçü olmadığı yönündeki İslam karşıtlığı söylemlerini gün geçtikçe artırmakta, hatta bu bakış açısını İslam toplumlarında da yaygınlaştırmak için projeler geliştirmektedir.  Bu bağlamlarla birlikte çalışmanın Dünya’da İslamofobik Okumanın Tarihsel Temelleri başlıklı bölümünde: Batı’da inşa edilen İslam karşıtlığının tarihteki izleri somut örneklerle aktarılmış; Müslümanların ekonomik sebeplerle Avrupa’ya göç etmesinin İslam-Batı ilişkilerini nasıl etkilediği tartışılmış; İran İslam Devrimi ve SSCB’nin dağılması ile İslam’ın politik hedef gösterilmesi vurgulanarak İslam karşıtlığının zirveye dayandığı 11 Eylül 2001 olayının sonuçları irdelenmiştir.

1.1. Batı’daki İslam Karşıtlığının Tarihteki İzleri

İslam tehdit değil, tekliftir” İsmet Özel

Genel olarak Avrupa tarihi İlk Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ ve Yakın Çağ gibi tarihsel dönemlere ayrılmaktadır. İlk Çağ Antik Yunan ve Roma dönemini kapsamaktadır. Orta Çağ ise Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü, Avrupa’nın İslam topraklarına sömürge amaçlı yaptığı Haçlı Seferlerini, İstanbul’un Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedilmesine kadarki dönemi içine almaktadır. Rönesans hareketlenmelerinin başlaması ve coğrafi keşifler ise Avrupa tarihinde Yeni Çağ dönemini ifade etmektedir. Batı’nın aydınlanma olarak gördüğü ve sanayi inkılabının ortaya çıktığı dönem ise Yakın Çağ olarak kabul edilmektedir.

Günümüzde Avrupa ve Amerika’da artan İslam karşıtlığın sebebi Avrupa’nın düşünsel tarihindeki İslam karşıtı propagandadır. Dolayısıyla İslam karşıtlığının tarihsel seyrini incelerken Avrupa tarihini göz ardı etmek mümkün değildir. Bu tarihsel dönem içerisinde ise Batı düşün tarihini etkileyen Antik Yunan eserlerinin önemli olduğu İlk Çağ dönemi ve Batı-Doğu ilişkilerinin artmaya başladığı, savaşların meydana geldiği ve İstanbul’un İslam ülkesi olması ile Doğu-Batı etkileşimlerinin arttığı Orta Çağ dönemi ayrı bir öneme sahiptir. Özellikle oryantalist bakış açısının gelişmesinde de bu dönem araştırmaları etkili olmuştur. Batı tecrübesinin inşası değil; Batı’nın önceden mevcut fikirlerinin Doğu üzerine uygulanması demek olan oryantalist bakış açısı (Sardar, 1999, s. 9), Orta Çağ sonrası dönemlerde, özellikle edebi eserlerde sıkça yer almış ve Batı’nın Doğu algısını şekillendirmiştir. Antik Yunan ve Roma dönemi eserleri Orta Çağ Avrupa’sının düşünsel zeminini (Binder, 1999, s. 170; Kalın, 2016b, s. 39) oluşturmuştur. Orta Çağ döneminde yapılan Doğu araştırmaları da, Doğu karşıtı bakış açısını kuvvetlendirmiştir. Dolayısıyla, İslam’a dair Batılı Hristiyan imgelerin gelişimini anlayabilmek için kadim Yunan ve Roma’ya gitmek ve Doğu’dan özü itibariyle farklı olduğu kabul edilen Avrupa ve Batı fikrinin kökenlerini ve evrimini buradan başlayarak araştırmak gerekmektedir (Lockman, 2013, s. 47). Kadim Yunan kültürü, Avrupa’nın Doğu hakkındaki düşünsel hayatını büyük ölçüde etkilemiştir. Bu bakış açısının şekillenmesinde etkili olan unsurlardan belki de en önemlisi Antik Yunan tiyatrolarında sıkça vurgulanan barbar kavramı ile üretilen anlamlar bütünüdür. Bu anlamlar ile birlikte Doğulular barbar olarak resmedilmiş ve öteki olarak sunulmuştur. Antik Yunan ve Roma dönemindeki Avrupalılar, yakınlarındaki Doğulu/Asyalı düşmanlardan korkup onları olumsuz nitelerken,  kendilerini medeni olarak tanımlamış, Persleri, Doğuluları ve Asyalıları despot ve barbar insanlar olarak görmüşlerdir (Uzun, 2012, s. 23). Bu durumu Batı’da üretilen kültür ürünlerinde görmek mümkündür. Doğu, Batı tarafından hep dişi olarak tasvir edilmiş, cinsellik olarak algılanmıştır. Hikâyelerde, gezi kitaplarında, tablolarda, şiirlerde büyüleyici, egzotikgüzelliktekiDoğulukadınlar, zengin fakat çirkinerkeklerle birlikte eşitsizlik duygusunu uyandıracak biçimde sunulmuştur. Barbar, çirkin, miskin, kaba ve ahlaksız Doğulu erkeklerin haremlerinde, korkunç görünüşlü harem ağaları aracıyla zorla alıkonulan çaresiz kadınlar resmedilmiştir. Bu tasvirlerle oluşturulan öteki Doğu, Avrupa tarafından yeniden resmedilmeye çalışılmıştır. Ötekinin barbarlığında kendi uygarlığını bulan Avrupa, kendisinin Doğu’yu aydınlatma ve oraya özgürlük götürme misyonuyla donatıldığını iddia etmiştir (Bulut, 2004, s. 13; Lockman, 2013, s. 123). Batı’nın bu amaçlarla üstlendiği rol, yedinci yüzyılda İslam’ın Arap yarımadasında tarih sahnesine çıkmasıyla dönüşmüş; İslam’ın Arap yarımadasını ve daha sonra Avrupa’yı etkilemesiyle birlikte Doğu hakkında oluşturulan öteki algısı, İslam’a yönelmiştir. İslam’ın doğuşunun ardından 7. yüzyıldaki Arap fetihleri zamanında, Avrupa’da Orta Çağ yaşanırken, Endülüs olarak adlandırılan İslam yönetimindeki İber Yarımadası kültürel açıdan zenginleşmiştir. İslam hakkındaki tercüme eserler, Avrupa’nın İslam ile tanışmasına olumlu bir zemin hazırlayacakken, İslam’ın yükselişi kilise yönetimlerinin dikkatini çekmiştir (Kumar, 2016, s. 26-27). İslam fetihlerinin Hristiyan kontrolündeki bölgelere doğru hızla ilerlemesi, Mısır’dan Kudüs’e, Suriye’den Kuzey Afrika’ya kadar yayılması ile birlikte (Kalın, 2003, s. 4), Hristiyan âlemi, Müslümanların fethettiği topraklardaki Hristiyanların İslam’a girmesinden dolayı tedirgin olmuştur (Özdemir, 2000, s. 174). Bu sebeplerle Batı’daki kiliseler İslam karşıtı propagandalar yaparak anti-İslamist geleneğin oluşmasında etkili olmuştur. Bu geleneğin oluşmasında da Hz. İsa’nın vefatının ardından belirli çıkarlar için kendi statüsünü korumaya çalışan rahiplerin İslam ile ilgili yaptıkları çalışmalar etkili olmuştur. Batı’da, Aziz Peter’in önderliğinde İngiliz Ketton Robert tarafından yapılan Latince ilk Kur’an tercümesinin de amacı Sarazenler’in kutsal kitabı Kur’an-ı doğru anlamak değil, düşmanı yakından tanımak ve onları kendi dinlerinin kitapları ile alt etmeye çalışmaktır (Kalın, 2016b, s. 117). Yine rahip John of Damascus (675-749), De Haeresibus adlı kitabında Kur’an’ın vahyolunmadığını, meydana getirildiğini iddia etmiştir. İslam’ı sayısız zevceye, cariyelere ve cinsel düşkünlüğe izin veren bir din olarak resmetmeye çalışmıştır. İslam’ın erken dönemlerinde yaşayan Theodore Abu Qurrah (ö. 820 veya 830) ve Aziz Yuhanna İslâm’ı İsmâilîlerinbir sapkınlığı olarak görmüşlerdir (Kalın, 2003, s. 15). Benzer şekilde, kendisini İslam’ın araştırılmasına yönlendirmiş Aziz Peter (1094-1156) İslam’ı itibardan düşürmeye çalışmış, Hz. Muhammed’i güç ve kudret peşinde koşan biri olarak göstermiş, Kur’an’ın icat edildiğini iddia etmiştir (Hüseyin, 1991, s. 12-16). Bu dönemlerde Hz. Muhammed’in hayatı ile ilgili; Mainz’li Embrico Vita Mahumeti kitabını, Compiegne’li Walter Otia de Machomete’i, Nogent’li Guibert’te Gesta Dei per Francos isimli kitapları yazmışlardır. Bizanslı yazarlardan devşirilen düşüncülerle üretilen bu kitaplarda tasvir edilen Hz. Muhammed, büyü yapan ve cinsi müsamahayı özendiren, halkı dehşete düşüren biri olarak tasvir edilmiştir (Southern, 2000, s. 35-39).

Süreç içerisinde Hristiyan âleminin İslam’ı teolojik ve siyasal açıdan çifte bir tehdit olarak görmeye başlaması ile İslam hakkında yapılan çalışmaların sayısı da artmıştır. Haçlı Seferleri ile görünür olan bu ilişkiler, Orta Çağ Avrupa’sında daha belirgin olmuştur. 1120 yılından itibaren, Batı’daki herkes İslam’ın ne ifade ettiği ve peygamberinin kim olduğu hususunda genel fikre ve resme sahip olmaya başlamıştır.  Fakat açık ve net olan bu görüşler, bilgi değil uydurulan yorumlardan ibarettir  (Southern, 2000, s. 35). Orta Çağ boyunca kiliseye ve kilisenin doktrinlerine karşı başkaldırı olarak algılanan İslam, Batı medeniyet algılamasına teolojik bir meydan okuma olarak görülmüştür. Bu meydan okumaya pratik ve teolojik olarak iki yoldan karşı koyulmaya çalışılmıştır. Pratik boyutu Haçlı Seferleri olmuşken, İslam karşıtı söylemlerin geliştirilmesi de teolojik boyutu olmuştur (Kalın, 2016b, s. 59; Hıdır, 2007a, s. 86).

Haçlı Seferlerinin başlamasında, Doğu Roma’nın Müslüman Selçuklu Türkleri karşısında yenilgiye uğraması ve İslam’ın Avrupa’ya ilerlemesi etkili olmuştur. Bizans İmparatoru, Papa II. Urban’a mektup göndererek Avrupa’dan yardım talep etmesiyle birlikte yapılan toplantının ardından 1095 yılında Haçlı Savaşları başlatılmıştır. Avrupalı Hristiyanların “dinsiz sapıklar”, “Tanrı düşmanı” olarak gördükleri Türklere karşı başlattıkları savaş, İslam karşısında Doğu (Grek) ve Batı (Latin) kiliselerinin birleşmesine sebep olmuştur (Kalın, 2016b, s. 88; Kumar, 2016, s. 27). Haçlı Seferleri ile İslam dünyasına gelen Avrupalılar, çok zengin ticaret mallarıyla karşılaşmış ve onlar için Doğu hazinelerinin kapıları açılmıştır. Haçlı Seferleri ile papalık, dini kullanarak, Hristiyan Avrupa’yı birleştirip manevi otorite kurmak istemiştir. Dolayısıyla Avrupa Hristiyanlığı Haçlı Seferleri neticesinde İslamiyet ile somut olarak karşılaşmış ve Hz. Muhammed’in dini, rakip din olarak tescillenmiş ve Avrupalıların İslam’a duydukları düşmanlık artmıştır (Hentsch, 2016, s. 51; Watt, 1999, s. 335). İslam’ın siyasal olarak düşman görülmesi ile birlikte; Müslüman düşman ve şeytani din şeklindeki İslam imajı/algısı 11. yüzyılın sonlarında belirgin hale gelmeye başlamıştır (Kumar, 2016, s. 28). Bu sebeple, Batı Hristiyanlarının zihinlerinde tehdit olarak görülen İslam ile ilgili temel imgelerin oluşumunda Haçlı Seferleri’nin önemli bir etkisinin olduğunu söylemek mümkündür. İlk Haçlı Seferleri sonucu geniş bir kamuoyu oluşmuş ve bu kamuoyu neticesinde düşman hakkında doyurucu bir imaj gerekli hale gelmiştir. Bu imaj hem İslamiyet’in karalanması hem de Doğu’ya karşı sömürgeci hayranlığın artırması için önem arz etmiştir. Dolayısıyla Batı Hristiyanlığının İslam’ı karalama kampanyasının temel doğrultusunu oluşturan imgeler; İslam’ın ortaya çıkmasıyla, Doğu Hristiyanlığının önde gelenleri tarafından yazılan eserlerden yararlanılarak geliştirilmiştir (Bulut, 2004, s. 35-38).

Bu bağlamda, İslam’a karşı kutsal savaş için Batı halklarının İslam’a düşman olmasını sağlamak amacıyla argümanlar gerekli olmuş; Batı için İslam akidesi ve Hz. Muhammed ile ilgili bilgi edinmek ve aktarmak gerekli hale gelmiştir. Bu amaçlarla kilise, İslamiyet’i sapkın bir din olarak göstermiş; Hz. Muhammed’i de sahte bir peygamber olarak göstermek için Batılılar tarafından yapılan tercüme eserlerden yararlanmıştır (Kumar, 2016, s. 28-29). Bu dönemlerde Hristiyan oryantalistler tarafından oluşturulan İslam algısını şu örnek üzerinden göstermek mümkündür (Akdemir, 1990, s. 186):

“Hristiyanlık semavi dinlerin sonuncusudur ve ondan sonra hiçbir din gelmeyecektir. Çünkü Allah, biricik oğlunun çarmıhta onlar için ölmesi üzerine bütün insanlar ile uzlaşmış bulunmaktadır. Mademki insanoğlu Allah ile uzlaşmaya muvaffak olmuştur, o halde yeni bir dine gerek yoktur. Öyleyse insanın kurtuluşu ancak Hz. İsa’ya, Allah’ın oğlu olarak, yani Allah ile birlikte bir ilah olarak iman etmesine bağlıdır… Hristiyanlıktan sonra gelecek bütün dinler batıldır, çünkü gerçek din Hz. İsa ile zirvesine ulaşmış son bulmuştur.”

Görüleceği üzere, Orta Çağ Hristiyanlığı Kur’an tercümelerini, Hz. Muhammed’in biyografilerini ve diğer Arapça metinleri çalışmak suretiyle İslam’ı yanlış, sapkın ve Hristiyan doktriniyle uyuşmaz olduğu için reddetmek üzere kapsamlı bir polemik literatürü üretmişlerdir. İslam karşıtı propaganda üretmek amacıyla kullanılan tercümeler ile ilgili örnek verecek olursak: Hz. Muhammed’in İspanya dışında yazılmış ilk biyografilerinden birinin yazarı Guibert von Nogent (Yaklaşık 1053-1124), Hz. Muhammed hakkında anlattığı korkunç derecedeki şeylerin doğru olup olmadığı hakkında şöyle bir açıklama yapmıştır: “Kötülüğü, kötülük hakkında söylenebilecek tüm kötü şeyleri aşan bir kişi hakkında kötü konuşmakta sakınca yoktur”. Ayrıca kitabında İslam, kanlı ve zalim bir şiddet dini olarak tasvir edilmiştir. Bu tarz çalışmalar İslam’a ilişkin bilgilendirmeden ziyade Batılıları korkutmak amacıyla tasarlanmış, Müslümanların yönetimindeki topraklardaki Hristiyanların İslam’a dönmesini engellemek ve en nihayetinde Müslümanların Hristiyanlığa dönmelerinin yolunu açmak için yapılmıştır (Lockman, 2013, s. 73, 82 ; Lewis, 2017, s. 154).

Katolik Kilisesi’nin 11. yüzyıldan itibaren Muhammediliğin sapkın olduğu ile ilgili kinci söylem ve yalanları (Hentsch, 2016, s. 70) Batı’nın, İslam’ı öteki olarak konumlandırmasına verilebilecek farklı bir örnektir. Bu dönemde Hz. Muhammed ve İslam çarpıtılarak tasvir ve karikatürize edilmiştir. Hz. Muhammed’e, kiliseyi yok etmek amacıyla sihir yapan ve karışıklık çıkaran İsa aleyhtarı bir hilekâr olduğu iftirası atılmıştır. Zamanın önemli destansı hikâyeleri de Müslümanları putperest ve büyük tanrıları Hz. Muhammed’e tapan kimseler olarak tasvir edecek düzeyde bilgisizlik ve çarpıtmaları içermektedir (Esposito, 2002, s. 97; Lockman, 2013, s. 81). Örnek vermek gerekirse, Hristiyan teolojisi için önemli bir eser olan İlahi Komedya eserinde Dante, Hz. Peygamber’i ve Hz. Ali’yi cehennemin bölücü ve bozguncuların alıkonulduğu sekizinci kata yerleştirmiştir (Hıdır, 2007a, s. 91; Lewis, 2015, s. 64;).

13-14. yüzyıllarda kilisenin ve oryantalistlerin İslam karşıtı çalışmaları ile Batı’da İslam imajı olumsuz bir görünüm kazanmış ve İslam hakkında aşağılayıcı ve kaba ifadeler kullanılmıştır (Hentsch, 2016, s. 73). Olumsuz çizilen bu imajla birlikte, Müslüman devletlerini kuran, Müslümanların öncüsü olan Türk kimliğini (Ortaylı, 1996, s. 25) ifade eden Türkleşti kelimesi (Lewis, 2017, s. 23) de olumsuz bir şekilde tasvir edilmiştir. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişe geçmesiyle birlikte Orta Çağ Hristiyanlığı için Müslüman Doğu’yu temsil eden Türkler, barbar imgesini yansıtır hale getirilmiş (Güvenç, 1996, s. 289), Batı için önemli bir tehdit olarak görülmüşlerdir. İstanbul’un 1453 yılında Osmanlı Devleti tarafından fethedilmesiyle birlikte Batı’da İslam’a karşı duyulan tehdit algısı daha da artmıştır. Bu dönem Batı edebi ve sanat eserlerinde Türkler keyfi güç kullanan ve ölçüsüz şehvet sahibi kişiler olarak gösterilmişledir (Lewis, 2017, s. 141,146).

Bu sürecin ardından İslam’a yönelik Katolik Kilisesi tarafından yapılan saldırılar yerini Martin Luther’in Katolik Kilisesi’ne karşı reform hareketi sonucu doğan Protestanlığa bırakmıştır. Protestan saldırısı, İslam ve Türkler odaklı olmuş ve Avrupa’ya karşı savaşan Türklerin İslamiyet’i yaymaya çalışması tehdit edici bir şekilde sunulmuştur.  Özellikle Luther, oluşturduğu Türk imajı ile Türklerin tarihte görülen bütün barbarlıkları geçtiğini, bunun sebebinin ise kanunlarının onlara güç yetirebildikleri kadar çok sayıda insanı öldürmeyi ve talan etmeyi emretmesi olduğunu ileri sürerek, İslam’ın seküler yönetimleri ortadan kaldırmaya çalıştığını söylemiştir (Hüseyin, 1991, s. 22-24). Luther’in Türkleri tehdit olarak ifade ettiği söylemlerle birlikte İngiltere ve Fransa’da Türk kavramı, Hristiyan fanatikliğiyle biçimlendirilmiş, Haçlı ruhuyla pekiştirilmiş bir kavram olarak kullanılırken, Müslüman kavramı da şeytanın çocuğu, Hristiyanlarca sahtekâr sayılan Muhammed’in müridi anlamları için kullanılmıştır (Parla, 2015, s. 29). Bu algıyla birlikte Luther, Türk kavramını kullanışı ve kavrama yüklediği anlamın yanı sıra İslam, Kur’an ve Hz. Muhammed’e yönelik olumsuz söz (Kula, 2011a, s. 576-577) ve eylemleri ile birlikte değerlendirildiğinde Batı’daki anti-İslamist kişilerden biri olarak değerlendirilebilir. Katolik geleneğe karşı çıkarak Protestan mezhebinin kurulmasını sağlayan Martin Luther’in, Orta Çağ Avrupa’sında, özellikle Hz. Muhammed ile ilgili olumsuz imajların oluşturulmasında etkisi büyüktür. Luther, Hz. Muhammed’i peygamber olarak görmemekle birlikte, Hz. Muhammed’i yalancı, şeytan tarafından yönlendirilen biri olarak tasvir etmiştir. Sistematik olarak İslam ile ilgili çalışma yapmayan ve siyasi konjonktürden etkilenen Luther’in iddiaları, İslam inancının yanlış aktarılmasına ve Hz. Peygamber’in olumsuz tasvir edilmesine sebep olmuştur (Hıdır, 2007b, s. 146-149; 163-165).

Orta Çağ’ın sonuna doğru Batı’da başlayan fikir hareketleri ve 15.-16. yüzyılda sömürge amaçlı başlayan coğrafi keşiflerle birlikte Batı güçlenmeye başlamıştır. Yeni Çağ olarak adlandırılan bu süreçte Avrupa’da Doğu ile ilgili araştırma yapmak amacıyla kürsüler kurulmuş ve bilgi türü değil, bir kavrama ve algılama biçimi olarak görülebilecek oryantalizm (el-Azmeh, 1989, s. 239) disiplin haline gelmeye başlamıştır. 16. yüzyıldan itibaren Avrupalı gezginler, gözlemciler ve siyasetçiler aracılığıyla ötekinin gözlemlenmesi artmış ve bu gözlem neticesinde Osmanlı İmparatorluğu ile Türk insanına hem birbirine benzeyen hem de farklı sıfatlar yakıştırmışlardır. Bu yıllarda yapılan eserlerde Türkler barbar, geri kalmış, despot, zalim ve savaşçı olarak gösterilmiştir (Uluç, 2009, s. 273).

Sonraları Batı’da, Doğu ile ilgili yayınlarda Türk ve Müslüman kavramları olumsuz kullanılırken, İslam hakkında da ön yargılı, bilgiden uzak ve bir takım amaçlar doğrultusunda yayınlar yapılmaya devam edilmiştir. Örneğin, İngiliz yazar Francis Bacon Denemeler isimli edebi kitabında Hz. Muhammed’i, birliği bozan ve dini, savaşlarla yaymaya çalışan, kıyıcılık yaparak vicdanlara baskı uygulayan kişi olarak göstermiştir (Bacon, 2003, s. 16). Yine oryantalist Barthêlemy d’Herbelot, 1697’de yayınladığı Bibliothêque Orientale (Doğu Kitaplığı) adlı eserinde Hz. Muhammed ile ilgili şu cümlelere yer vermiştir (Said, 2012, s. 75): “Kendini din diye adlandıran, bizim Muhammetçilik dediğimiz bir sapkınlığın yaratıcısı, kurucusu olan ünlü sahtekâr Muhammet…”. İslam dini ve İslam peygamber ile ilgili sarf edilen bu sözler Batı’nın İslam’a bakışını göstermesi açısından önemlidir. Birçok Batılı yazarın eserlerinde de benzer ifadeleri görmek mümkündür. Orta Çağ Batı Avrupa’sında İslam hakkında yayınlanan eserlerde oluşturulan İslam algısı özetle şu amaçlarla inşa edilmiştir (Kutub, 2014, s. 80-83):

“İslam’ın Allah tarafından indirilen bir din olduğu konusunda şüphe uyandırmak. Hz. Muhammed’in peygamberliğini tartışmaya açmak. Hz. Muhammed’i eleştirerek, kötü biri olarak sunmak. İslam dünyasının Yunan kültürünün nakilcisi olduğunu iddia ederek Doğu kültürünü reddetmek. İslam’ın kılıçla yayıldığını iddia etmek. İslam’ın gerici, günümüzde uygulanmaya elverişli olmayan bir din olduğunu savunmak. Müslümanların Batı uygarlığını almaları gerektiği konusunda ısrar etmek…”

Orta Çağ’dan miras kalan bu algı, 18. yüzyıl Hristiyan Avrupa’sında da devam etmiş,  İslam ile ilgili bilgilendirme amaçlı değil propaganda amaçlı İslam araştırmalarının sayısı artmıştır. İslam karşıtı bir inançla yapılan İslam araştırmalarında, Hz. Muhammed’in bir peygamber olmadığı ve Kur’an’ın, yaratıcının kitabı olmadığı iddiası genelde düşmanca ve aşağılayıcı efsanelerle birleştirilerek, İslam ve Hz. Muhammed reddedilmeye devam edilmiştir (Hourani, 2010, s. 163). 19. asrın ortalarına gelmeden önce, Batı düşüncesinde, edebiyatında,  İslam’a karşı Hristiyan dogmalarından hareketle büyük bir saldırı başlamıştır (Cemile, 2011, s. 17). Batı aydınlanmasının önemli isimlerinden biri olan Voltaire çağdaşları ile birlikte hareket ederek İslam karşıtı söylemlerine (Gottschalk ve Greenberg, 2012, s. 86) edebi bir boyut katmıştır. Hoşgörü sözcüsü olarak kabul edilen Voltaire, İslam’a karşı aynı hassasiyeti taşımamış ve Hz. Muhammed’i fanatiklik, sahtekârlık ve kabalıkla özdeşleştirmiştir (Kalın, 2016b, s. 253). Örneğin 1764 yılında yazdığı Dictionnaire Philosophique Portatif’te (Felsefe Sözlüğü) şu ifadelere yer vermiştir: 

“Mekke’nin kutsal bir yer haline gelmesi için düşlerini anlatan yalancı bir peygamber, şarlatan, düzenbaz yetmiştir… Biz Kur’an’a onda asla var olmayan bin bir saçmalık mâl ettik. Sözünü ettiğimiz bu Kur’an, gülünç vahiyler ve ne olduğu belirsiz ve tutarsız kehanetle ama Muhammed’in yaşadığı ülkenin hayrına yasalarla dolu bir derlemeden ibaret” (Aktaran Hentsch, 2016, s. 159-160).

Benzer bakış açılarını birçok Avrupalı düşünürde görmek mümkündür. Modern felsefe kurucularından olan Immanuel Kant da, İslam hakkında sınırlı gözlemlere sahip olmasına rağmen, Orta Çağ Avrupa’sının İslam algısını 19. yüzyılda da yaşatmıştır. Kant, İslam’a, akla uzak, hisse ve şehvete yakın bir din olarak bakmıştır. Yine ona göre Kur’an, insanların aklına değil, hislerine hitap ettiği için etkileyicidir (Kalın, 2016b, s. 321). Avrupa felsefesinin gelişmesinde etkili olan İslam’ı savaş ve fanatizmle özdeşleştiren, Müslümanların öteki halkları küçük gördüğünü, insanların eşit sayılmadığını belirten Georg Wilhelm Friedrich Hegel (2003, s. 148); İslam’ı Hristiyanlığın kötü bir kopyası olduğunu öne sürüp eleştiren Gottfried Wilhelm Leibniz; Türklerin barbar olduğunu iddia eden Johann Gottfried Herder; Türk/Doğu Despotizmi kavramını icat eden Montesquieu gibi birçok Avrupalı filozof, İslam’ı ve Doğu’yu bir dipnot ve karşıt konuma koymak için referans olarak kullanmıştır. Özellikle Türk/Doğu Despotizmi kavramı, Avrupa edebiyatında Voltaire, Byron, Goethe ve Hugo gibi edebiyatçılar tarafından da yazınsallaştırılmış (Kalın, 2016b, s. 244,319; Kula, 2011a, s. 46-48, 519) ve Batı’nın laik edebiyatında Türkler/Müslümanlar kötü insanlar olarak kahramanlık şiirlerinde yer edinmiştir (Kabbani, 1993, s. 24).

19. yüzyıl Batı edebiyat ürünlerinde İslam ile ilgili olumsuz söylemlerin üretilmesine devam edilmiştir. Victor Hugo, Les Orientales, “Novembre” başlıklı şiirinin bir bölümünde şu düşüncelerini aktarmıştır (Hentsch, 2016, s. 220; Hugo, 1829, s. 154-156):

“…Paris’in uğuldayan kasvetli kışı karşısında

Senin Doğu’nun güneşi batıyor ve seni terk ediyor.

O güzel Asya düşün yok oluyor. …

O zaman, esmer kadınları taşıyan beyaz filler,

Ayların ay olduğu altın kubbeli şehirler,

Muhammed’in imamı, müneccimler, Bel rahipleri,

Her şey kaçıyor, her şey kayboluyor; ne menekşe rengi minareler,

Ne çiçekli saraylar, ne de Babil’in karanlık alnına

Kızıl bir alev fışkırtan o kavurucu Gomorra”

Victor Hugo başka bir şiirinde (Kula, 2011b, s. 541) ise Hz. Muhammed ile ilgili şu cümleleri kullanmıştır:

“Ey, kardeş Muhammet, ona bir damla merhamet göster!

Muhammet’in kanlı öğretisine Tanrı ve insan düşmandır,

Bakışı, gökyüzünün sevecen ışığına kapalıdır.

Kanlı kafataslarıyla çevrilmiştir sultanın tacı,

Elbette ki bu yüzden güvenli gelmiyordur ona tahtı;

Belki de bu denli acımasız değildir.

Bahtsız adam! Hep korkuyla çevrilidir, Tatsız dünya yaşamını lanetlemektedir”

Victor Hugo’nun birçok şiirini inceleyen Kula’ya göre, olumsuz imgelerle örneklendirilen Müslüman Türkler, Batı edebiyatının bütün türlerinde konu olmuştur. Böylece Batı’nın zihninde olumsuz olan Türk imgesi daha da problemli hale gelmiştir (Kula, 2011b, s. 575). Alman edebiyatçı Johann Wolfgang von  Goethe’nin 1829 yılında yayınlanan eseri Faust’un birinci bölümünde de “Çok uzaklarda, Türkiye’de halk birbirini yerken, pazar ve tatil günleri savaşa ve savaş çığlıklarına ilişkin bir söyleşiden daha iyi bir şey düşünmem” cümlesi ile Anadolu, devamlı savaşların yaşandığı ve toplumsal barışın olmadığı bir yer olarak gösterilmiştir (Kula, 2011b, s. 377). Fransız edebiyatının güçlü isimlerinden Gustave Flaubert ve Gêrard de Nerval ise Doğu’yu cinsellikle (harem, dansöz) ilişkilendirmiş ve egzotik, keşfedilmeyi bekleyen yerler olarak tasvir etmişlerdir (Said, 2012, s. 202). İslam/Doğu ve Türkler hakkındaki bu nitelemeleri Batılı birçok yazar ve sanatçının eserlerinde görmek mümkündür. Bu nitelemelerin, Batılı edebiyatçılar, yazarlar ve sanatçılar tarafından ifade edilmesinin en önemli anlamı ise bu kişilerin Avrupa düşün hayatını etkileyen, Avrupa’nın hafızasını oluşturabilen, kısacası Avrupa’yı Avrupa yapan kişiler olmasıdır.

18. ve 19. yüzyıllarda Müslümanların temsilcisi konumundaki Osmanlı İmparatorluğu’na karşı güç kazanmaya başlayan Batı, Orta Çağ’da üretilen İslam ve İslam peygamberi ile ilgili algıyı gündemde tutmaya devam etmiştir. Hz. Muhammed’in hayatı ile ilgili oryantalistler tarafından hazırlanan kitaplarda artış olmuş ve bu kitaplar Orta Çağ bakış açısı ile yeniden işlenmiştir. Bu kitaplarda Hz. Muhammed, sara nöbetleri geçiren muzdarip olarak, Medine’de politikacı gibi hareket eden biri gibi, Müslümanların kendisine put gibi taptığı, diğer dinleri taklit ederek İslam’a biçim vermeye çalışan kişi vb. gibi anlatımlarla resmedilmiştir (Hüseyin, 1991, s. 57-58). Örneğin, 1883 yılında Almanya Sosyal Demokrat Parti’nin kurucularından olan August Bebel’in yazdığı “Mohammedanisch-Arabische Kulturperiode” (Hz. Muhammed ve Arap İslam Kültürü) isimli kitapta İslam’ın doğuşunun anlatıldığı kısımda (Bebel, 2011, s. 35) şu yorumlar yer almaktadır:

“Muhammed Medine’de, Hristiyan ve Musevi dininin görüş ve adetlerinin, Arapların putperest görüşleriyle kaynaştırılmasından oluşan din sistemini geliştirmeye koyuldu. Muhammed kendini tanrının ilk peygamberi olarak görüyor, ne ki Musa ve İsa’yı reddetmeyi de hiç düşünmüyordu. … Muhammed’in sanrılarından sonra açıkladığı ayetler birleşerek Kuran’ı oluşturmuşlardır. Bu bağlamda Muhammed’in, oldukça zeki bir yol izlediğini görüyoruz”

Batı oryantalizm tarihinde, Batı’nın İslam’a karşı galip gelme isteğiyle yapılan araştırmalar başlangıçta politik ve ideolojik amaçlarla gerçekleşmiş, 20. yüzyılda ise İslam ülkeleri karşısında Batı’nın ekonomik ve siyasal olarak güçlenmesiyle bu çalışmalar emperyalizm, sömürge amaçlı yapılmıştır. Bu amaçlarla Orta Çağ zihniyetiyle yapılan seyahatlerde Doğuluların, tembel, cinsellik ve şiddet düşkünü, geri kalmış olarak resmedilmesi, Batı’ya Doğu’yu işgal etme ve Doğu yönetimlerine müdahale etme hakkını vermiştir (!). Bu süreç G. E. Leachman, T. E. Lawrence, H. St. J. Philby ve J.B. Glubb gibi Orta Doğu konusunda uzmanlaşmış yeni nesil seyyahlar olarak tanımlanabilecek istihbarat subaylarını doğurmuştur (Hüseyin, 1991, s. 49). Özetle, Orta Çağ sonrası Batı’da özellikle 1800-1950 yılları arasında İslam ile ilgili geniş bir literatürün oluştuğunu söylemek mümkündür. Oluşan bu literatürde tek taraflı, donuk, geri kalmış, egzotik bir İslam medeniyeti tasvir edilmiştir. İslam’ın orijinal olmadığı; dini temellerinin diğer dinlere benzediği; kültürel başarıların ise İslam öncesi medeniyetlere ait olduğu iddia edilmiştir (Kalın, 2016b, s. 315-316). Dolayısıyla, Hristiyanlar tarafından İslam’ın araştırılması ve araştırmalarında kullandıkları metotlar bu sebeplerle tartışmaya açıktır. Çünkü araştırmalar, siyasi amaçlar için yapılmış olup, söylentilere, hatalı tercümelere, ideoloji yüklü seyyahların izlenimlerine ve politik amaçlara dayanmaktadır (Hüseyin, 1991, s. 25).

Batı oryantalizmi tarafından İslam, güçlü bir düşman, yakın doğunun ürettiği sapkın ve egzotik bir yapı, yarı durağan ve içine dönük bir kitle, yeniden yapılanmayı becerememiş bir medeniyet ve modern çağa fanatik hatta intiharvari bir tepki olarak görülmüştür (Pruett, 1989, s. 61). Tüm Orta Çağ boyunca İslam’ın Batı’ya üstünlüğü ve Batı’nın gelişmeye ilişkin kaynakları İslam’dan aldığı gerçeğini çarpıtmak için de, İslam’ın yapıcı ve yaratıcı gücünün 13. asırdan itibaren tükendiği, artık bir şey ortaya koyamadığı iddiası kullanılmıştır. Bunu yaparken de bugünkü dönüştürülen İslam toplumları örnek gösterilmiştir (Cemile, 2011, s. 19).

Görüleceği özere, Orta Çağ’dan bu yana, İslam-Batı ilişkilerinin tarihinde, Endülüs ve tercüme hareketleri gibi ortak tecrübelerin yanında İslam’a karşı öfke, nefret, ayrımcılık, iftira ve ırkçılık gibi tutumlar hep var olagelmiştir (Barın, 2016, s. 79). Ve W. Montgomery Watt (2000, s. 118-123), tarih boyunca Batı’da oluşturulan Müslüman algısını şu başlıklar etrafında toplamaktadır: “İslam sahte ve kesin bir sapmadır. İslam, zorla ve kılıçla yayılan bir dindir. İslam, kendi heves ve isteklerine düşkünlerin dinidir. Muhammed, Anti-Crist/Deccal’dir”.

Oluşturulan bu algılar, modern Batı dünyasının zihinsel alt yapısını yeniden şekillendirmiş ve İslam karşıtı politikaların üretilmesine, İslam’ın yanlış tanıtılmasına zemin hazırlamıştır. Bunun günümüzdeki somut örneklerinden birisi de ilk olarak 1970 yılında İngiltere’de P. M. Holt, Ann K. S. Lambton ve oryantalist Bernard Lewis editörlüğünde yayınlanan The Cambridge History of Islam (Cambridge İslam Tarihi) başlıklı dört ciltlik kitaptır. Kitabın giriş kısmında, oryantalistlerin ilk çalışmalarının İslam algısını genişlettiği iddia edilmiştir. Barthêlemy d’Herbelot’un Bibliothêque Orientale’i 1697 (Doğu Kitaplığı), Simon Ockley’in The History of the Saracen’s 1708, 1718 (Sarazenlerin Tarihi), George Sale’in Kur’an çevirisindeki önsözü (1734), İslam algısının oluşmasındaki (İslam ile ilgili) üç önemli eser olarak kabul edilmiştir (Holt, 2008, s. XVI). Hâlbuki bu eserler, özellikle Orta Çağ’dan sonra İslam hakkında ön yargılı ve tarafsız bir disiplinden uzak bir şekilde araştırma yapan oryantalistler tarafından yazılmış ve belirli ideolojik ve politik amaçlarla üretildiği için metodolojik olarak tartışmaya açıktır. Ayrıca bir diğer problem de kitabın giriş yazısında İslam’ın, Orta Çağ Avrupa’sında görüldüğü gibi, din olarak değil farklı bir inanç merkezli kültürel sentez olarak yorumlanmasıdır (Holt, 2008, s. XII).

Yine son yıllarda Batılı ateistler tarafından, kutsal kitap olarak Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed ve hadisler, dini örgütlenme olarak ise Daru’l İslam hedef alınarak İslam düşmanlığı yapılmaktadır (Altındal, 2012, s. 215-217). Bu bağlamda bakıldığı zaman, İslam-Batı ilişkilerinin tarihinde oluşturulan olumsuz İslam imajı düzeltilmeden, farklı biçimlerde günümüzde de yaşatılmaktadır.

1.2 Avrupa’ya Artan Müslüman Göçü

Müslümanların İspanya’yı fethetmeleri, Batı’nın İslam ile karşılaşmasına zemin hazırlarken Batılıların Müslümanları yakından tanımasına da imkân vermiştir. Sonraki süreçte ise Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’a doğru hareketi, Avusturya’ya kadar ulaşması ile Müslüman nüfus Avrupa’ya kadar ilerlemiştir. Bu hareketlenmeler neticesinde Müslümanların nüfusu fethedilen, ilişki kurulan yerlerde artmaya başlamış ve Müslümanlar, Avrupa’nın kültürel gelişimine katkı sağlayarak dâhil olmuştur (Watt, 1989, s. 58). Doğu-Batı arasındaki siyasal ve sosyal olaylar sonucunda da Avrupa’ya yönelik hareketlenmeler artmış ve Avrupa’daki Müslümanlar göç ettikleri yerlerde etkin olmaya başlamışlardır.

Siyasal olayların (sömürge sebebiyle mültecilerin gelmesi) dışında Avrupa’ya yönelik Müslüman göçü iki sebepten dolayı gerçekleşmiştir. İlk sebep İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ülkelerinin nüfusunda azalma meydana gelmesidir. İkinci sebep ise İslam ülkelerinin ekonomisine göre oldukça iyi durumda olan Avrupa’nın işgücüne ihtiyaç duyması ve bu işgücünü İslam ülkelerinden işçi alarak gidermeye çalışmasıdır. Bu doğrultuda Müslüman nüfus, 1960’lardan sonra ekonomik amaçlarla Avrupa’ya gitmeye başlamış, 1970-1980’lerde de Avrupa’daki göçmen Müslüman sayısı ciddi oranda artmıştır (Er ve Ataman, 2008, s. 752-753). Ekonomik krizden dolayı İslam ülkelerinden Batı ülkelerine 1960’larda başlayan göç hareketleri 1990’lara kadar devam etmiştir. Göç hareketleri özellikle Fransa, İngiltere, Almanya, Belçika, Hollanda ve Avusturya gibi ülkelere yapılmıştır (Türkan, 2015, s. 9-11). Batı Avrupa ülkelerine yapılan göçün tarihsel ve demografik arka planını görebilmek için hangi ülkelerden göç hareketi olduğunu bilmek önemlidir (Canatan, 1995a, s. 15-34):

Tablo.1 Batı Avrupa ülkelerine doğru gerçekleşen göç hareketlerinde Müslüman nüfus oldukça fazladır. Özellikle bazı ülkelerde en büyük etnik grubu Türkler oluşturmaktadır.

Göç Edilen ÜlkelerGöç Eden Ülke Vatandaşları ve Etnik Gruplar
FransaKuzey Afrika ülkelerindeki Müslüman ülkeler: Cezayir, Fas, Tunus. Türkiye ve Fransa’nın Uzak Doğu’daki Sömürü Ülkeleri Hindiçin ve Çin.
İngiltereİngiltere’nin Batı Hint’teki sömürgelerinden gelen göçler. Pakistanlılar, Bangladeşliler, Araplar ve Türkler.
AlmanyaTürkiye, Yunanistan, İspanya, Yugoslavya.
BelçikaAfrika ve Akdeniz ülkeleri (Fas, Türkiye, Cezayir, Tunus).
HollandaTürkiye, Fas, Hollanda sömürgesi olan Surinam.
İsveçBaltık ve İskandinav Ülkeleri. Yugoslavya, Yunanistan, Türkiye.
İsviçreİspanya, Yugoslavya, Türkiye, Portekiz.
DanimarkaTürkiye, Pakistan, Fas, Cezayir, Tunus
AvusturyaYugoslavya, Türkiye

Batı Avrupa’ya doğru ekonomik amaçlarla gerçekleşen göç hareketleri Müslüman azınlıkların oluşmasına sebep olmuştur. Bu durum ise birçok unsuru beraberinde getirmiştir. Bu unsurların belki de en önemlisi, Batı’daki tarihsel süreçte inşa edilen İslam’ın gerici olduğu, Müslümanların medeni olmadığı yönündeki tasvir ile Avrupalıların fiziksel olarak yakından tanışması, Batılıların ve Müslümanların sosyal hayatta bir araya gelmesidir. Sadece literatür aracılığıyla tanınan Müslümanlar, bu sefer komşuları, alışveriş yaptıkları kişiler olmuştur. Bu etkileşimlerin yanında göçmenleri geçici olarak gören Avrupalılar, Müslümanların varlığını kabullenemezken (Canatan, 1995a, s. 157); Avrupa’da yaşamaya başlayan Müslümanlar, kendilerine dayatılan yabancı muamelesine karşı direnmiş, eğitim aracılığıyla yabancı çocukları asimile etme girişimlerine karşı (AlSayyad, 2004, s. 14-16) kimliklerini yaşatmak, dini yaşantılarını güvence altına almak amacıyla kurumsallaşmaya başlamışlardır. Bu kurumsallaşmalar 1960’larda Avrupa’ya göç eden insanların barınma amaçlı kaldığı işçi yurtlarına kadar dayanmaktadır. Bu yurtlarda yaşayan Müslümanlar, yurtlarda ibadetlerini yapabilmek için talepte bulunmuş ve bu taleplerini kabul ettirmişlerdir. Aile birleşmeleriyle birlikte yurtlardan yerleşim bölgelerine geçen Müslümanlar (Yiğit, 2005, s. 108) cami ve eğitim merkezleri kurarak, İslami eğitim verebilmek için cami dernekleri oluşturarak, Avrupa’da Müslüman kimliğini yaşamaya, yaşatmaya çalışmışlardır (Gökmen, 2010, s. 6-8). Newsweek dergisinden aktarıldığı üzere (Köse, 2009, s. 17), İslam’ın asimile edilemeyecek bir din olmasından dolayı Avrupa’nın Müslümanları asimile edememesi uyum sürecindeki problemlerden biri olmuştur.
İslam’ın Avrupa’da yaşanan bir din haline gelmesinde Avrupa’daki Müslümanların kurumsallaşma çalışmaları etkili olmuştur. Kimliklerini muhafaza etmeye çalışan Müslümanların bu yapılanmalarına karşı Avrupalı idareciler tarafından, Avrupa kimliği ekseninde tartışılan Avrupa İslam’ı projesi geliştirilmiştir. Müslümanların Batılı bir evren tasavvuru içinde nasıl bir biçim almaları gerektiği konusundaki politik ve entelektüel tartışmaları simgeleyen Avrupa İslam’ı (yahut Alman, Fransız, İngiliz İslam’ı) kavramı Avrupa özelindeki İslam temelli oluşumların, Batı merkezli ve Batılı tarzda şekillendirilmesini ifade etmektedir (Subaşı, 2005, s. 38-39).
Bu kavram entegrasyon politikalarının bir ürünü olup, Avrupalı Müslümanları dönüştürme (Avrupalı kimliği ile daha uyumlu hale getirme), Batı koordinatörlüğünde İslami eğitim verme gibi amaçları taşımaktadır.
Müslümanlar bu yapılanmaları ile Batı’da süreç içerisinde konuk işçi statüsünde kalmayı reddetmişlerdir. Kendilerini göç ettikleri ülkelerin bireyleri olarak görmüşlerdir. Bu kabul, Müslümanların sadece işçi olarak değil, bireysel olarak da toplumda görünür olmasını sağlamıştır. Bu durum, birlikte yaşam tecrübesinin ortaya çıkmasını beraberinde getirirken (Er ve Ataman, 2008, s. 748), Müslümanların toplumsal hayatta bu kadar etkili olması ve toplumu etkileyebilecek hale gelmiş olması Avrupalıları rahatsız etmiştir.
Zorunlu sebeplerle yapılan ve Avrupa’nın kabulü ile başlayan bu göç hareketleri sonucu Avrupalılar, modern-seküler Batı, İslam kimliğini taşıyan insanlarla bütünleşememiş, Müslümanlara karşı demokratik hoşgörüyü sağlayamamış ve kendilerini onlardan uzak tutmaya çalışmışlardır. Müslümanlar için bu zorunlu yer değiştirme bir takım sıkıntıları da beraberinde getirmiş; Müslümanlar ile kendilerini, İslam ile Hristiyanlık ve Yahudiliği eşit görmeyen Avrupalılar toplumsal eşitsizliğe sebep olmuşlardır (Er ve Ataman, 2008, s. 754; Cesari ve Esposito, 1999, s. 46). Özellikle 90’lı yıllara girerken çok etnisiteli bir toplum yapısının olduğu Avrupa’da yabancı düşmanlığı ve şiddet olayları artmış; ırkçı bakış açısıyla kundaklama olayları gerçekleşmiş, sözlü şiddetle birlikte fiziksel şiddet tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Örgütlü ırkçılık başlamış, göçmen karşıtı söylemler artmıştır (Canatan, 1995a, s. 241, 261). Ötekileştirmenin toplumda artmaya başlaması ile birlikte Orta Doğu ve İslam ülkelerinde meydana gelen olumsuz siyasal/toplumsal olaylar İslam ile ilişkilendirilmeye çalışılmıştır. Bu bakış açısı Avrupa’daki Müslümanlar aleyhine ön yargıya ve ırkçılığa sebebiyet vermiştir (Aktaş, 2014, s. 38,44). Ön yargı ve ayrımcılığa dayalı ırkçı bakış açısı, sözlü ve fiziki şiddet özellikle 11 Eylül 2001 olayları ile farklı bir boyuta ulaşmıştır (Khan, 2012, s. 14).

Avrupa’nın kendi rızası ile başlattığı göç hareketinin sonucunda meydana gelen toplumsal olaylar göz önüne alındığında, Avrupa’da yabancılara/özelde Müslümanlara karşı hoşgörü ortamının var olduğunu söylemek pek de mümkün değildir. Ve bu durumu Orta Çağ’dan itibaren etkileri açıkça görülen İslam düşmanlığı zihniyetinin bir yansıması ve devamı olarak görmek mümkündür.

1.3. İran İslam Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin Çöküşü

1979 yılında İran’da Ayetullah Humeyni önderliğinde Şii mezhebini esas alan bir yönetim kurulmuştur. İslam Cumhuriyeti olarak da anılan bu siyasal sistem uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmiştir. Orta Doğu’nun jeopolitik olarak güçlü ülkelerinden biri olan İran’daki bu politik hareketlenmeler ABD ve Avrupa tarafından önemle takip edilmiştir. Özellikle İran İslam Devrimi, İslam dünyasında etki oluştururken, Avrupa ülkelerini de tedirgin etmiştir. Bu dönemde siyasal İslam söylemleri artmış (Gökmen, 2010, s. 9) ve Batı’da İslam, tarihteki söylemlerle birlikte, tekrar ideolojik bir tehdit olarak bu sefer siyasal arenada ortaya çıkmıştır. Devrimden sonra Batı’da yayınlanan, Militan İslam, İslam’ın Kılıcı, İslam Tehdit Ediyor, İslam’ın Canlanışı gibi bazı kitapların isimleri bile bu tehdit algısını yansıtmaktadır (Canatan, 1995a, s. 320).

İran İslam Devrimi ideolojisinin ABD ve Avrupa için tehdit olmasının sebebi, Orta Doğu’da İslamcılık politikasının birçok ülke için rol model olabilecek duruma gelmesidir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin tehdidine karşı İran ve İslam ülkeleri ile ilişkilerini iyi tutan Amerika Birleşik Devletleri, siyasal İslam’ın bir politika haline gelmesiyle İslam’ın liberalizme tehdit oluşturması sonucu Orta Doğu’daki ülkelere verdiği desteği geri çekmesi (Güzel, 2018, s. 57), tehdit algılamasının somut göstergelerinden birisidir. Sonuç olarak ise İran Devrimi ile Batı ve Orta Doğu arasındaki güç dengeleri değişmiştir. Soğuk Savaş dönemi Sovyetler birliği ile rekabette ABD’nin müttefiki olan İran, daha sonraki süreçte müttefiklikten uzaklaştırılarak düşman ülke ilan edilmiştir. Orta Doğu’daki bu politik hareketlenmeler Avrupa’daki Müslümanları da etkilemiş ve Müslümanlar Batılılar tarafından liberal rejim karşıtı, İslamcı olarak görülmeye başlanmıştır.

Bu dönem Batı’daki İslam algısını etkileyen önemli olaylardan bir diğeri de Salman Rüşdi olayıdır. Hint asıllı İngiliz yazar Salman Rüşdi (Salman Rushdie) 1988 yılında The Satanic Verses (Şeytan Ayetleri) kitabını yazmıştır. Orta Çağ Avrupa’sında olduğu gibi Kur’an’ı sorgulayan, Hz. Muhammed ve Kur’an ile alay eden, Hristiyanların kullandığı kelimelerle Hz. Muhammed’i isimlendiren Şeytan Ayetleri kitabı, İslam dinine inanan birçok kimseyi rencide etmiştir. Kitabın hakaret ve küfür seviyesine varan nitelendirmelere yer vermesi sonucu kitap bazı ülkelerde yasaklanmış, birçok İslam ülkesinden de tepki çekmiştir (Gönenç, 2010, s. 77-78) ve Humeyni tarafından da yazar hakkında ölüm fetvası verilmiştir. Salman Rüşdi’ye yazdığı kitaptan dolayı öldürülme emrinin verilmesi Batı’da İslam’ın tartışılmasına sebep olmuştur. İslam, hoşgörü yoksunu, fikir özgürlüğüne yer vermeyen bir din olarak gösterilmeye çalışılmış, Hz. Muhammed’in yoldaşlarının liberalizmden nasipleri olmadığı şeklinde cümleler sarf edilmiştir (Esposito, 2002, s. 397). Hâlbuki bu kitabın ne tür bir düşünceye(!) ve kitabın hangi politikalara, hangi toplumsal sonuçlara yol açacağı Batı’da tartışılmamıştır.

Batı kendisini özgürlükçü bir toplum olarak sunarken, özellikle 20. yüzyıl sonrası Yahudilik karşıtı (antisemitizm) propagandaları cezalandırırken, İslam ile ilgili Orta Çağ’ın etkisinin devamı niteliğinde olan, hakarete varan yayınları hoşgörü ve özgürlük ile değerlendirmiş (Zaki, 2012, s. 191), kitaba verilen tepkileri hoşgörüsüzlük, kitabın yasaklanmasını da sansür olarak nitelemiştir.

İran İslam Devrimi ve Salman Rüşdi olayı haricinde uluslararası gündemi etkileyen Orta Doğu’daki siyasal olaylar, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından önce tehdit olarak komünizmin yerini İslam’ın alacağına dair algıların üretilmesine zemin hazırlamıştır. İran Devrimi sonrasında, 1979 yılında Tahran’da Amerikan Büyükelçiliği basılarak Amerikan elçilerinin rehin alınması; Amerika’nın rehberliğinde Sovyetler Birliği ile ilişkiyi keserek İsrail ile iyi ilişkiler kurması sonucu ülkesine ve Arap milletine ihanetten yargılanan Mısır’ın Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın 1981 yılında Mısır ordusunda görev yapan yüzbaşı tarafından öldürülmesi; Afganistan’da meydana gelen çatışmalar bu siyasal olaylardan bazılarıdır (Cesari ve Esposito, 1999, s. 24-25). Bu siyasal olaylar Batı’nın İslam karşıtı propaganda yapmasına zemin hazırlarken, SSCB’nin dağılması farklı Orta Doğu, İslam politikaları üretilmesine yol açmıştır. Dünya savaşları ile başlayan iki kutuplu dünya algısında iki bloktan Batı bloğu, NATO üyesi, liberal politikaları destekleyen ABD iken; Doğu Bloğu komünizm ideolojisini benimseyen ve NATO’nun karşısında duran SSCB olmuştur. Berlin Duvarı’nın 1989 tarihinde yıkılması ile birlikte Batı bloğu olarak görülen Amerika, Doğu bloğu olarak kabul edilen Sovyet Birliği’ne karşı galip gelerek kültürel ve ekonomik alanlarda etkin olmaya başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki süreç olarak adlandırılan Soğuk Savaş döneminin son bulması, sadece bir devletin yıkılması değil, komünizm ideolojisinin siyasal sahneden çekilmesine sebep olmuştur.

Soğuk Savaş dönemi liberalizm/sosyalizm karşıtlığına dayanırken, Soğuk Savaş dönemi sonrası Amerika Birleşik Devletleri iç ve dış politikada farklı kimliklerin tanımlanmasına zemin hazırlamış, referans özelliğini elinde tutmaya devam edebilmek için ihtiyaç duyduğu ötekiyi, Müslümanlarda ve İslamiyet’te bulmuş, İslam’ı Batı sistemini tehdit eden bir unsur olarak algılamıştır. Bunun sebebi, modern ikilemlerin dışında kalmış, kapitalizm karşıtı tek sistemin İslam olmasıdır. Oluşturulan bu öteki aracılığı ile kapitalizmin ihtiyaç duyduğu biz ve onlar, dost ve düşman düşünceleri korunacak ve İslam’a, dinsel düşünceye karşı korku üretebilmek için halkla ilişkiler faaliyetleri ile savaş açılacaktır (Dönmez, 2004, s. 82; Kentel, 2012, s. 134-135).

İslam’ın bu süreçte düşman yerine kolayca yerleştirilebilmesinin sebebi ise Batı’da uzun yıllar süregelen çatışmadır. Oluşturulan yeni düşman da aslında eski hafızanın canlandırılmasıdır (Yel, 2007, s. 111). İslam’a karşı politik bir savaş başlatılmasının sebeplerinden bir diğeri, İslam’ın Batı karşıtı olarak okunması ile birlikte (Dönmez, 2004, s. 85) başlayan siyasal İslam’ın, İran İslam Devrimi’nde görüldüğü gibi aktif olmaya başlaması, dolayısıyla komünizm sonrası alternatif bir tehlike(!) haline gelmesidir. Komünizm tehlikesinden dolayı ikinci planda duran İslam’ın siyasal sahneye girmesi ile İslam ve İslamcılığın statüsü de değişmiştir (Çiçekçi, 2011, s. 77-80).

Yaşanan bu gelişmelerle birlikte, 1990’lı yıllarda liberal ideoloji destekçisi Batı karşısında Sovyetler’in yıkılmasıyla İslam karşıtlığı politika malzemesi haline gelmiştir. Bu süreci Roger Garaudy Tarihin Kırılma Anı olarak tanımlarken; Francis Fukuyama liberalizmin zafer kazandığını, alternatif bir sisteminin olmadığını Tarihin Sonu tezi ile ifade ederken; Samuel P. Huntington Medeniyetler Çatışması tezi ile diğer medeniyetlerle mücadele diyalektiğinin başladığını belirtmiştir (Özçelik, 2015, s. 169; Gencer, 2015, s. 28). Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından komünizm tehlikesinin kalkması da, ortaya atılan Medeniyetler Çatışması tezinin Amerika’da ilgiyle karşılanmasına, Tarihin Sonu tezi ile de Batı dünyasının galibiyetini ilan etmesine sebep olmuştur. Nasıl komünizm Batı için sadece silahlı bir tehdit olarak gösterilmeyip, Batı kültürünün reddi olarak aktarıldıysa; İslam dünyasına da aynı işlevler yüklenmiştir  (Çarhoğlu, 2007, s. 208). Bu bağlamda, Huntington’un tezinde İslam ve Batı çatışmasının izlerini görmek mümkündür fakat çatışma sebeplerini salt dinsel ya da kültürel faktörlere bağlamak; pek çok meselenin arka planındaki siyasal ve ekonomik unsurları göz ardı etmek olacaktır. Dolayısıyla Soğuk Savaş sonrası, dinsel bir görüntü arz eden pek çok problemin arkasında ekonomik ve siyasal faktörler vardır. Bosna Hersek ve Kosova krizleri de bahsedildiği gibi çeşitli politik ve ekonomik unsurların belirleyici olduğu krizlerdir (Mustafa, 2004, s. 143-146). Fukuyama da (1999, s. 213), İslam dışında, Batı siyasal ideolojisi olan liberalizmi tehdit eden başka bir ideoloji kalmamıştır diyerek Soğuk Savaş’tan sonra liberalizm karşısında İslam’ın konumlandırıldığını, dolayısıyla Batı politikalarının bu doğrultuda gerçekleştirileceğinin ipuçlarını vermiştir. 

Batı’nın kolektif tarihinde inşa edilen İslam karşıtlığı ile ilgili oluşturulan algı 20. yüzyılın sonlarında kendisini politik arenada bulmuştur. Sadece zihinsel olarak tasvir edilen İslam karşıtlığı; Batı dünyasında yaşayan Müslümanlara yönelik artan yabancı düşmanlığı ve ırkçı saldırılarda görüleceği üzere, politika haline gelmeye başlamıştır  (Canatan, 1995a, s. 305). Said’in belirttiği gibi (2010, s. 111) Soğuk Savaş dönemindeki muhalefetlerin yeniden yaratılması ve değişmeyen Batı’ya karşı diğerleri paradigması birçok politik olayda kendisini göstermiştir. Bu doğrultuda Batı, Orta Doğu politikasını radikal bir şekilde güncelleştirmiş, Avrupa’da yaşayan göçmen Müslümanlar da bu algının tezahürüne toplumsal etkileşimlerde maruz kalmışlardır.

1.4. 11 Eylül 2001 Olayı ve Sonrası İslam Algısı

“Her ne kadar her Müslüman terörist değilse de, her terörist Müslümandır” (Danimarka’da bir ders kitabındaki ifade)

11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri’nin New York kentinde bulunan Dünya Ticaret Merkezi’ne ait İkiz Kulelere ve ABD Savunma Bakanlığı karargâhı Pentagon’a yönelik gerçekleştirilen eylemler sonucu çok sayıda insan hayatını kaybetmiştir. 11 Eylül 2001 (9/11) olayları ile eylem sonrası yaşanan politik olaylar hesaba katılarak birçok öngörü ortaya atılmış ve bu olay ile Orta Çağ’a ait, aydınlık karşıtı olarak geçmişte kaldığı düşünülen İslam tekrar sahneye çıkarak (Göle, 2007, s. 13) Batı ve İslam ülkelerinin gündemini uzun süre etkilemiştir. Uluslararası medya, küreselleşme çağının önemli belirleyicilerinden biri olan 9/11 olaylarını eş zamanlı olarak herkese ulaştırmış ve herkesi bu sürece ortak etmiştir. Bu eylemin sonucu, medyanın da katkısı ile Amerikan vatandaşları dünya çapında düşmanları olduğuna inanmışlardır (Kellner, 2006, s. 166).

9/11 olayının belki de en önemli sonucu, İslam ve Batı ilişkilerini farklı bir döneme getirmesidir. 9/11 olayları, Soğuk Savaş sonrası dünyada düşman/öteki olarak kodlanan İslam’la gerçekleşen ilk somut ve yüz yüze karşılaşma olmuştur (Keyman, 2002, s. 16). Böylelikle İslam, 21. yüzyılın başında yeniden gündem olmuş ve Batı’nın tarihinde uzun yıllar yer edinen İslam’ın bir gün diş bileyerek, Batı medeniyetine karşı harekete geçeceği kehanetinin gerçekleştiği düşünülmüştür (Kalın, 2003, s. 1). Ayrıca bu durum Batılı anti-İslamistlere fırsat oluşturmuş ve İslam’a karşı kamuoyunu ikna etme gücünü artırmıştır (Canatan, 2007, s. 51). Meselenin bu boyutta anlam kazanmasının belki de en önemli sebebi, 9/11 olayı döneminde ABD başkanlığı yapan George W. Bush’un açıklamalarıdır. Bush, ekran karşısında tarihsel refleksle birlikte, Haçlı Seferlerini tekrar başlatmış, medyadan ve düşünce kuruluşlarından, ABD ve Avrupa politikacılarından İslam karşıtı eylemler için destek almaya çalışmıştır (Türkan, 2015, s. 25-26). Bush’un bu çağrısı ile birlikte, İslami Terör kavramının kullanımı da yaygınlaşmıştır. 

9/11 olayı ile ilgili hazırlanan komisyon raporunda da benzer söylemler yer almıştır. ABD Ulusal Komisyonu tarafından 22 Temmuz 2004 tarihinde 567 sayfalık 11 Eylül 2001 Raporu hazırlanmıştır. Aynı raporun özet metninin başlangıç kısmında A Shock, not a Surprise (Şok, Sürpriz Değil) başlıklı yazıya yer verilmiştir. Yazıda kısaca, 11 Eylül olayının şok etkisi oluşturduğu fakat bu durumun sürpriz görülmemesi gerektiği belirtilmiştir (9/11 Report, 2004, s. 2). İslam’ın aşırılıkçı yapıya sahip olduğu iddia edilmiş, son 10 yılda da benzeri tehdit örneklerinin bulunduğu (9/11 Report, 2004, s. 3-7) aktarılmıştır. Aynı raporun What to do: a Global Strategy (Ne Yapmalı: Küresel Bir Strateji) başlıklı kısmında ise düşmanın sadece terörizm olmadığı, tehdidin İslamcı terörizmden kaynaklandığı belirtilirken, düşmanın İslam değil, İslam’ın sapkınlığı olduğu ifade edilmiştir (9/11 Report, 2004, s. 16). Görüleceği üzere bu rapor, Bush’un söylemleri ile benzerlik taşıyan, İslam’ı terörizmle özdeşleştirmek için hazırlanan bir ürün niteliğindedir. Siyasal arenadaki söylemlerle birlikte birçok akademisyen, politikacı, terör uzmanı İslam’ı şiddetle özdeşleştirmiş ve İslam, şiddet barından bir din olarak resmedilmeye çalışılmıştır. Ünlü oryantalist Bernard Lewis debu isimlerden biri olup, İslam’ın şiddet içeren bir din olduğuna dair Orta Çağ’daki algıyı tekrar gündeme getirmiştir (Kalın, 2003, s. 34). Bu algının üretilmesinde nasıl Avrupa’daki kiliseler etkin olduysa, 11 Eylül sonrasında da Protestan kilisesinin radikal kesimini ifade eden Evanjelikler İslam hakkında ötekileştirici söylemleri yineleyen kesim olmuştur. Bazı Evanjelist liderler açıklamalarında; Hz. Muhammed teröristtir; İslam lanetli ve şerli bir dindir; Hz. Muhammed, soyguncu ve eşkıyadır (Yükleyen, 2007, s. 270-271) gibi sapkın ifadelerde bulunarak tarihsel hafızalarında yer alan İslam düşmanlığını tekrar canlandırmışlardır.

Tüm bu hadiselerle birlikte İslam’ın terörü destekleyen bir güç olduğu, İslam ülkelerinin de terörü barındıran ülkeler olarak görüldüğü propaganda medyada önemli ölçüde yaygınlık kazanmıştır. Resmi kurumların yaptığı açıklamalar ve medyanın rolü ile birlikte Araplara ve Müslümanlara yönelik şiddet eylemleri artmıştır. Hatta düşman olarak görülen Müslümanlarla aynı şehri paylaştıkları, komşu oldukları hatırlatılarak tehdit algısı yinelenmiştir (Bazian, 2014, s. 84). Yine Bazian’a göre, dünyanın birçok yerinde Müslümanlar, şeytanlaştırılmış ve hukuki ayrımcılıklara maruz bırakılarak bir küresel öteki konumuna yerleştirilmiştir. Özellikle Avrupa’daki seçim politikalarında, gazete yayınlarında, popüler filmlerde, siyasi tartışmalarda ve TV programlarında İslam’ın ötekileştirilmesi için birçok içerik üretilmiştir (Türkan, 2015, s. 26-27).

İslam ve terörkavramlarının sık sık yan yana kullanımı ile birlikte Müslümanlar terörist olarak anılmaya başlanmıştır. Zaten Orta Çağ’dan bu yana İslam’a karşı nefretle bakılması için oluşturulan zihinsel alt yapı aracılığıyla yapılan bu propagandalar (İslam ve terör kavramsallaştırması) sonucunda Müslümanlara karşı şiddet eylemleri (İslamofobik eylemler) artmıştır. Çünkü İslam ve terör gibi bazı kavramların devamlı tekrarlanması, farklı mekânlarda anılması, zamanla bu ikili kavramsallaştırmanın ifade etmek istediği mesajın artık reddedilemez, tartışılamaz hale gelmesine sebep oluştururken; kavramların ulaştırılmak istendiği hedef kitle, basmakalıp bu yargıların bilinçaltlarına işlenmesine sessizce maruz kalmaktadırlar (Avşar, 2012, s. 149).

9/11 olayı ile birlikte İslamofobi kavramı tarihsel süreçte derin kökleri olan İslam karşıtlığını (anti-İslamizm) besleyerek, öznel kullanımdan dünya gündemine dâhil olarak literatürü önemli ölçüde etkilemiştir (Kirman, 2010, s. 24). Oluşturulan bu literatürde de aynı zamanda İslam karşıtlığı, İslam korkusu, İslam’a duyulan nefret gibi anlamları olan İslamofobinin 9/11 olayları ile başladığı belirtilmiştir. Hâlbuki İslamofobinin İslam’ın doğuşu ile birlikte Hristiyan Avrupa’nın İslam’ı tehdit olarak gördüğü yıllara kadar dayanan uzun bir geçmişi vardır. Batılı teolog, araştırmacı ve politikacıların ürettiği İslam ve Araplar ile ilgili metinlerin geri plana atılarak 11 Eylül 2001 olayının İslamofobinin başlangıcı olarak görülmesinin sebebi, bu olayda kitle iletişim araçlarının İslam karşıtı tasavvuru daha görünür hale getirmesidir (Yüksel, 2012, s. 189). Bu bağlamda bakıldığında 9/11 olayları, İslamofobinin başlangıcı veyahut sebebi değildir. Ancak 9/11 olayları ile Müslümanlara karşı başlatılan şiddet eylemleri ve nefret söylemleri sosyal bir olgu olan İslamofobik tutumları artırmıştır.  20. yüzyılın ikinci yarısından sonra Müslümanlar ile Hristiyanların bir arada yaşamasının kapısını açan göç hareketi; SSCB’nin dağılması ile İslam’ın hedef gösterilmesi yönündeki tezler ve politik söylemlerin ardından, 21. yüzyılın başında meydana gelen 9/11 olayı ile İslam karşıtlığı farklı bir biçime bürünmüş, özellikle Avrupa’daki Müslümanlar fiziksel olarak da kendilerini tehdit altında hissetmiştir.

Medyada yayınlanan ön yargılı raporlar, siyasal partilerin politik çıkarlar için ürettikleri yasal düzenlemeler ile Avrupa kamuoyunda İslam ve terör kelimeleri sıkça yer almıştır.  Bu durum ile birlikte Müslümanlar içerdeki düşman ya da tehdit olarak konumlandırılmış ve güvenlik sorunu olarak görülmüştür (Yılmaz, 2008, s. 92). Esposito’ya göre (2013b, s. 28), 11 Eylül 2001 olayının hemen ardından 5.000 Müslüman yakalanmıştır. Yakalananların bir kısmı serbest bırakılsa da, bu tutuklamalar suçsuzluk karinesini (bir kişinin suçu mahkeme tarafından onaylanmadıkça suçsuzdur ilkesi) devre dışı bırakmış; ABD ve Batı’nın politik söylemleri ve küresel medya ile oluşturulan Müslüman Teröristtir ön yargısı bu olayların gelişimine sebebiyet  vermiştir. Bu durum ile ilgili bir başka örnek vermek gerekirse: Fransa’da kemoterapi tedavisi gördüğü için başı örtülü olan Hristiyan bir kadının havaalanında başı açtırılmıştır. Bunun sebebi ise başı kapalı herkes Müslüman’dır, dolayısıyla terörist olabilir şeklindeki İslamofobik bakış açısının yaygın olmasıdır (Mohammed, 2013, s. 39).

Gündelik hayatta cihat, fetva, medrese, taliban, radikal İslamcılar gibi kavramlar medyada bilinçli olarak sıkça kullanılmış, ötekileştirici bir dille anlatılmış ve bu kelimelerin Avrupa’daki insanları rahatsız ettiği düşüncesiyle İslamsız bir dünya tasavvuru kurulmaya çalışılmıştır. Avrupa’da yaşayan Müslümanların gizli düşman olabileceği tartışılarak, terör İslam ile eşleştirilmiştir (Fuller, 2012, s. 9-10). ABD’de yaşayan İslami nüfusa yönelik hukuk dışı (potansiyel suçlu görme, gözaltı sürelerinin uzun tutulması, sınır dışı etme gibi) uygulamalar gerçekleştirilmiş ve bu politikalarla ABD, İslam’ı ve Müslümanları denetlenmesi ve kontrol altında tutulması gereken bir öteki olarak kodlamıştır (Keyman, 2002, s. 17). Bu tür İslamofobik eylemlerin yanında, günümüzde İslam karşıtlığı üreten bir korku endüstrisi oluşturulmuştur. Nathan Lean’in İslamofobi Endüstrisi, Deepa Kumar’ın Yeşil Korku İmalatı olarak adlandırdığı bu mekanizma ile Müslümanlara karşı ön yargı ile bakılmasına sebep olan bir sistem inşa edilmiştir. ABD, bu endüstriyi devamlı yeniden üretmiş ve sözde İslami terörizme karşı Batı kamuoyunu ikna etmek için Orta Doğu’daki radikal İslam’a karşı, ılımlı İslam(!) algısının yaygınlaştırılması amacıyla; İslam’ı radikal olarak tanımlamak ve radikal olarak kodlanan İslam’ı tehlikeli/tehdit edici göstermeyi başarabilmek için Batılı kamuoyunu İslam’a karşı birleştirmiştir (Gencer, 2015, s. 29).

Oluşturulan İyi Müslüman, Kötü Müslüman algıları da; İslam’ın şiddet içerdiği ön yargısından hareketle radikal olarak görülen Müslümanların terör destekçisi yani Kötü Müslüman, ABD’nin uğradığı terör saldırısına karşı ABD’nin yanında yer alan ılımlı İslamcıların ise İyi Müslüman olarak kategorilendirilmesine sebep olmuştur. İyi olduğu kanıtlanmayan Müslümanlar Kötü olarak anılmaya devam edecektir söyleminin oluşturduğu mesaj da gayet açıktır: Bütün Müslümanlar, kötü Müslümanlara karşı savaşarak, kimliklerini kanıtlamak zorunda kalmışlardır (Mamdani, 2005, s. 23).

Sovyetler’in yıkılmasıyla oluşturulan yeni dünya düzeninde ABD, Batı’dan aldığı destekle 11 Eylül 2001 olayı ile terörizmle mücadele adı altında Orta Doğu’daki ülkelerin iç işlerinde aktif rol oynamıştır. 11 Eylül olayları da ABD tarafından, ABD’ye karşı gerçekleştirilen bir savaş olarak algılanmış (Huntington, 2001, s. 312, 320); teorik olarak inşa edilen İslam’ın Batı’ya karşı bir tehdit olduğu düşüncesi, politik olarak Batı’nın, özelde de ABD’nin, İslam coğrafyasına savaş açmasını beraberinde getirmiştir. Afganistan ve Irak’ın İslami terörizmle(!) mücadele ve terör gruplarına verilen desteğin engellenmesi gerekçeleriyle işgal edilmesi; Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişiminin yapılması gibi birçok olayda ABD’nin Orta Doğu’daki işgal politikalarının karşılığını görmek mümkündür.

Yazar: Doç. Dr. Mustafa Temel

Başvuru:
1- Temel Mustafa, 2023. Türkiye’de İslamofobik Retorik. Uzam Yayınları
2- Temel, Mustafa, 2019. Türkiye’de siyaset yönelimli İslamofobik retorik: Refahyol Hükümeti Dönemi Basını Örneği. Doktora Tezi. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/İletişim Bilimleri 

KAYNAKÇA

Akdemir, S. (1990). “Müsteşriklerin Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed (SAV)’e Yaklaşımları.” Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 31, (1), 180-210.

Aktaş, M. (2014). “Avrupa’da Yükselen İslamofobi ve Medeniyetler Çatışması Tezi”. Avrupa Çalışmaları Dergisi, 13, 31-54.

AlSayyad, N. (2004). Müslüman Avrupa Ya Da Avro-İslam: Kimlik ve Kültür Söylemleri Üzerine. (Çev. Zehra Savan). Nezar Alsayyad ve Manuel Castells (Der.), Müslüman Avrupa Ya da Avro-İslam içinde (s. 13-46). İstanbul: Everest Yayınları.

Altındal, A. (2012). Batı’nın Ateist Literatüründe İslam Düşmanlığı. İslamofobi Kolektif Bir Korkunun Anatomisi içinde (s. 213-220). Ankara: Sivas Kemal İbn-i Hümam Vakfı.

Avşar, Z. (2012). İslami Terörizm Nitelemesine İtiraz. İslamofobi Kolektif Bir Korkunun Anatomisi içinde (s. 149-161). Ankara: Sivas Kemal İbn-i Hümam Vakfı.

Bacon, F. (2003). Denemeler. (Çev. Elif Günçe). İstanbul: Morpa Kültür Yayınları.

Barın, H. (2016). İslamofobi ve DAEŞ. İstanbul: Tezkire Yayınları.

Bazian, H. (2014). “National Entry-Exit Registration System: Arabs Muslims and Southeast Asians and Post 9/11 Security Measures”. Islamophobia Studies Journal, 2,(1), 83-98.

Bebel, A. (2011). Hz. Muhammed ve Arap İslam Kültürü. İstanbul: Arya Yayıncılık.

Binder, L. (1999). Oryantalizmin Yapıçözümü. Abdullah Topçuoğlu, Yasin Aktay (Ed.), Postmodernizm ve İslam, Küreselleşme ve Oryantalizm içinde (s.170-224). İstanbul: Vadi Yayınları.

Bulut, Y. (2004). Oryantalizmin Kısa Tarihi. İstanbul: Küre Yayınları.

Canatan, K. (1995a). Avrupa’da Müslüman Azınlıklar. İstanbul: İnsan Yayınları.

Canatan, K. (1995b). Bir Değişim Süreci Olarak Modernleşme. İstanbul: İnsan Yayınları.

Canatan, K. (2005). Avrupa’da İslam. İstanbul: Beyan Yayınları

Canatan, K. (2007). İslamofobi ve Anti-İslamizm: Kavramsal ve Tarihsel Yaklaşım. Kadir Canatan, Özcan Hıdır (Ed.), Batı Dünyasında İslamofobi ve Anti-İslamizm içinde (s. 19-62). Ankara: Eskiyeni Yayınları.

Canatan, K. ve Hıdır, Ö. (2007). Önsöz. Kadir Canatan, Özcan Hıdır (Ed.), Batı Dünyasında İslamofobi ve Anti-İslamizm içinde (s. 7-15). Ankara: Eskiyeni Yayınları.

Cemile, M. (2011). İslam ve Oryantalizm. Ankara: Berikan Yayınevi.

Cesari, J. ve Esposito, J. (1999). İslam’dan Korkmalı mı? (Çev. Ahmet Aydoğan). İstanbul: Birey Yayıncılık. 

Corm, G. (2003). Doğu-Batı Hayali Kırılma. (Çev. A. Nüvit Bingöl). İstanbul: İthaki Yayınları.

Çarhoğlu, B. (2007). “Medeniyetler Çatışması ve Batı Medyasında İslam Söylemi: Almanya Örneği”. Doğu Batı Dergisi, 41, 207-216.

Çetin, S. (2016). “Batıdaki Siyasal Hegemonizmin Enstrümanı Olarak İslamofobi”. 1.Uluslararası Sosyal Bilimler ve Müslümanlar Kongresi (s. 543-551). Konya: Necmettin Erbakan Üniversitesi.

Çiçekçi, C. (2011). Güvenlikleştirme Kuramı ve İnsan Güvenliği Çerçevesinde 11 Eylül 2001 Sonrası Avrupa’sında İslami Kimlik Algısı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Çanakkale.

Dönmez, R. Ö. (2004). “Küreselleşme, Batı Modernliği ve Şiddet: Batı’ya Karşı Siyasal İslam”. Uluslararası İlişkiler,1,(4), 81-114.

El-Azmeh, A. (1989). Oryantalizmin Eklemlenmesi. Asaf Hüseyin, Robart Olson, Cemil Kureşi (Ed.), Oryantalistler ve İslamiyatçılar içinde (s. 229-268). İstanbul: İnsan Yayınları.

Er, T. ve Ataman, K. (2008). “İslamofobi ve Avrupa’da Birlikte Yaşama Tecrübesi Üzerine”. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 17, (2), 747-770.

Esposito, J. L. (2002). İslam Tehdidi Efsanesi. İstanbul: Ufuk Kitapları.

Esposito, J. L. (2013b). “İslamofobi ve Çok Kültürlülük” Hukuk ve Medya Bağlamında Tarabya Uluslararası İslamofobi Konferansı (s.27-31). İstanbul: T.C. Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü.

Gencer, B. (2015). “İslamofobinin Kalbine Yolculuk”. Umran Dergisi, Mart, (247), 24-31.

Gottschalk, P. ve Greenberg, G. (2012). “Common Heritage, Uncommon Fear: Islamophobia in the United States and British India, 1687-1947”. Islamophobia Studies Journal, 1, (1), 83-107.

Gökmen, H. (2010). Avrupa’da Müslümanlar ve İslamofobi. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Kahramanmaraş.

Göle, N. (2007). İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa. İstanbul: Metis Yayınları.

Güvenç, B. (1996). Türk Kimliği. İstanbul: Remzi Kitabevi.

Güzel, S. Ç. (2018). “İran İslam Devrimi’nin ABD’nin Orta Doğu Politikasına Etkisi”. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 17, (65), 50-61.

Hentsch, T. (2016). Hayali Doğu. (Çev. Aysel Bora). İstanbul: Metis.

Hıdır, Ö. (2007a). Anti-Semitizm ve Anti-İslamizm; Benzerlikler ve Farklılıklar. Kadir Canatan, Özcan Hıdır (Ed.), Batı Dünyasında İslamofobi ve Anti-İslamizm içinde (s. 63-99). Ankara: Eskiyeni Yayınları.

Hıdır, Ö. (2007b). Tarihte Bir Anti-İslamist Olarak Martin Luther. Kadir Canatan, Özcan Hıdır (Ed.), Batı Dünyasında İslamofobi ve Anti-İslamizm içinde (s. 145-178). Ankara: Eskiyeni Yayınları.

Holt, P. M. (2008). Introduction. P.M. Holt, Ann K. S. Lambton, Bernard Lewis (Ed.), The Cambridge History of Islam 1A, 1B, 2A, 2B içinde (s. Xİ-XVİİİ). Cambridge: Cambridge University Press.

Hourani, A. (2010). Batı Düşüncesinde İslam. (Çev. Celal Kanat) İstanbul: Doruk Yayınları.

Hugo, V. (1829). Les Orientales. Erişim yeri:http://www.poetes.com/textes/hugo_or.pdf

Huntington, S. P. (2001). Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması. İstanbul: Okuyan Us Yayın.

Hüseyin, A. (1991). Batının İslamla Kavgası. İstanbul: Pınar Yayınları.

Hüseyin, A. (1989). Oryantalizm’in İdeolojisi. Asaf Hüseyin, Robart Olson, Cemil Kureşi (Ed.) Oryantalistler ve İslamiyatçılar içinde (s. 15-34). İstanbul: İnsan Yayınları.

Kabbani, R. (1993). Avrupa’nın Doğu İmajı. İstanbul: Bağlam Yayıncılık.

Kalın, İ. (2003). “Batı’daki İslam Algısının Tarihine Giriş”. Divan İlmi Araştırmalar Dergisi, 8,(15), 1-51.

Kalın, İ. (2013). “Demokrasi, Çok Kültürlülük ve İslamofobi”. Hukuk ve Medya Bağlamında Tarabya Uluslararası İslamofobi Konferansı içinde (s. 26-27). İstanbul: T.C. Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü.

Kalın, İ. (2016a). İslam ve Batı. Ankara: İSAM Yayınları.

Kalın, İ. (2016b). Ben, Öteki ve Ötesi. İstanbul: İnsan Yayınları.

Kentel, F. (2012). “İslamofobi” Vesilesiyle Türkiye’nin Fobilerine Bakmak. İslamofobi Kolektif Bir Korkunun Anatomisi içinde (s. 133-148). Ankara: Sivas Kemal İbn-i Hümam Vakfı Yayınları.

Keyman, F. (2002). “Globalleşme, Oryantalizm ve Öteki Sorunu”. Doğu Batı Dergisi, 20, 11-33.

Khan, M. Z. (2012). The Effects Of An Islamic Center On Islamophobia. PhD Thesis. United States of America: Alliant International University.

Kirman, M. A. (2010). “İslamofobinin Kökenleri: Batılı mı Doğulu mu?”. Journal of Islamic Research, 21-39.

Köse, A. (2009). Avrupa ve İslam. İstanbul: İz Yayıncılık.

Kula, O. B. (2011a). Batı Edebiyatında Oryantalim-I. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Kula, O. B. (2011b). Batı Edebiyatında Oryantalizm-II. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Kumar, D. (2016). İslamofobi İmparatorluğun Siyaseti. İstanbul: Pınar Yayınları.

Kutub, M. (2014). Oryantalistler ve İslam. İstanbul: Beka Yayıncılık.

Lewis, B. (2015). Tarihte Araplar. İstanbul: Düşün Yayıncılık.

Lewis, B. (2017). İslam ve Batı. Ankara: Akılçelen Kitaplar.

Lockman, Z. (2013). Hangi Ortadoğu. İstanbul: Küre Yayınları.

Mohammed, M. (2013). “Fransa’da Müslüman Probleminin İnşası.” Hukuk ve Medya Bağlamında Tarabya Uluslararası İslamofobi Konferansı (s. 38-48). İstanbul: T.C. Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü.

Okumuş, E. (2007). ABD’de İslamofobi ve Anti-İslamizm: 11 Eylül Öncesi ve Sonrası. Kadir Canatan, Özcan Hıdır (Ed.), Batı Dünyasında İslamofobi ve Anti-İslamizm içinde (s. 235-257). Ankara: Eskiyeni Yayınları.

Ortaylı, İ. (1996). “Slav Dünyasında İslam ve Müslüman İmaj”. Müslüman İmajı (s. 21-31). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

Özçelik, T. G. (2015). Doğu ve Batı Dikotomisinin Yarattığı Gerçeklik: Oryantalizm-Oksidentalizm. Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı. Yayımlanmamış Doktora Tezi. Bursa.

Özdemir, M. (2000). “Avrupa’da Dünden Bugüne Müslüman İmajı ve Bazı Fiili Neticeleri.” İslami Araştırmalar Dergisi, 13, (2), 174-177.

Parla, J. (2015). Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik. İstanbul: İletişim Yayınları.

Pruett, G. E. (1989). İslam ve Oryantalizm. Asaf Hüseyin, Robart Olson, Cemil Kureşi (Ed.), Oryantalistler ve İslamiyatçılar içinde (s. 61-112). İstanbul: İnsan Yayınları.

Said, E. W. (2010). “Cehaletin Çatışması.” Doğu Batı Dergisi, 41, s. 109-114.

Said, E. W. (2012). Şarkiyatçılık. (Çev.Berna Ülner). İstanbul: Metis.

Sardar, Z. (1999). Orientalism. Buckingham-Philadelphia: Open University Press.

Southern, R. W. (2000). Orta Çağ Avrupasında İslam Algısı. İstanbul: Yöneliş Yayınları.

Subaşı, N. (2005). Entegrasyon Politikalarında Yeni Arayışlar: Avrupa İslamı. Kadir Canatan (Ed.), Avrupa’da İslam (s. 38-66). İstanbul: Beyan Yayınları.

Türkan, E. H. (2015). Avrupa’da Yükselen Ayrımcılık Nefret, İslamofobi ve Irkçılık. İstanbul: T.C. Başbakanlık Yurt Dışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı.

Uluç, G. (2009). Medya ve Oryantalizm. İstanbul: Anahtar Kitaplar.

Uzun, N. (2012). Avrupa’da İslamofobi. İstanbul: Pınar Yayınları.

Watt, W. M. (1989). İslam Avrupa’da. (Çev. Hulusi Yavuz). İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları.

Watt, W. M. (1999). Oryantalizm ve Körfez Savaşı Sonrası Müslümanlar ve Hristiyanlar. Abdullah Topçuoğlu, Yasin Aktay (Ed.), Postmodernizm ve İslam, Küreselleşme ve Oryantalizm içinde (s. 331-352). Ankara: Vadi Yayınları.

Watt, W. M. (2000). Müslüman-Hristiyan Diyaloğu. İstanbul: Birey Yayıncılık.

Yel, A. M. (2007). Türkiye ve Avrupa’nın Çatışan İmajları. Kadir Canatan, Özcan Hıdır (Ed.), Batı Dünyasında İslamofobi ve Anti-İslamizm içinde (s. 101-118). Ankara: Eskiyeni Yayınları.

Yiğit, S. (2005). Almanya’da İslam ve İslam’ın Kurumsallaşması. Kadir Canatan (Ed.), Avrupa’da İslam içinde (s. 104-115). İstanbul: Beyan Yayınları.

Yılmaz, F. (2008). Avrupa’da Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı. Ankara: uluslararası Stratejik Araştırma Kurumu.

Yükleyen, A. (2007). Amerika Birleşk Devletleri’nde Evanjelikler ve İslamofobi. Kadir Canatan, Özcan Hıdır (Ed.), Batı Dünyasında İslamofobi ve Anti-İslamizm içinde (s. 259-281). Ankara: Eskiyeni Yayınları.

Yüksel, M. (2012). İslamofobinin Tarihsel Temellerine Bir Bakış: Oryantalizm Ya Da Batı ve Öteki. İslamofobi Kolektif Bir Korkunun Anatomisi içinde (s. 189-199). Ankara: Sivas Kemal İbn-i Hümam Vakfı.

Zaki, Y. (2012). İslamofobi Politikası. İslamofobi Kolektif Bir Korkunun Anatomisi içinde (s. 179-193). Ankara: Sivas Kemal İbn-i Hümam Vakfı.

9/11 Report. (2004). Final Report of the National Commission on Terrorist Attacks Upon the United States. ABD.

Newer Post
Older Post

COMMENTS

WORDPRESS: 0
DISQUS: 0