İslamofobiyi tanımlayabilmemiz için öncelikle kelimenin ilişkili olduğu kavramları anlaşılır kılmamız gerekir. Bunun için oryantalizm ve self oryantalizm kavramları ile Tarihin Sonu ve Medeniyetler Çatışması tezleri, üzerinde durulması gereken temel hususların başında gelir. İslamofobi, İslam’a karşı duyulan ön yargıya dayalı temelsiz bir korkuyu ifade eder. Dolayısıyla Batı’nın İslam’a karşı sahip olduğu ön yargının sebeplerini tarihsel süreçte Batı’nın oluşturduğu oryantalizm disiplini çerçevesinde öteki doğu araştırmalarında görmek mümkündür. Bu araştırmalarda genelde Doğu, özelde ise İslam ile ilgili temsiller oluşturulmuş, oluşturulan bu temsiller ve algılar özellikle Batı’da hakikatin yerine geçecek bir kapsam ve geçerliliğe ulaşmıştır. Batı tarafından oluşturulan Doğu ve İslam ile ilgili bakış açısı, Doğu toplumları tarafından da belli ölçülerde kabul edilmiş, içselleştirilmiş ve Doğu’nun kendini tanımlaması sürecinde Batı’nın çizdiği bu çerçeve önemli ölçüde etkili olmuştur. Bu süreç de self oryantalizm kavramını üretmiş ve Batı’nın Doğu ve İslam ile ilgili bakış açısı, Batı dışı toplumlarda da görünür olmaya başlamıştır.
Batı, tarihsel süreçte İslam’ı tanımak ve Batılılara tanıtmak için bilgiden uzak, yorumlara dayalı çalışmalar yaparak olumsuz bir İslam imajı çizmiştir. İslam’a karşı Batı’nın bu kolektif hafızası 20. yüzyıl sonlarında politik kaygıların oluşmasına zemin hazırlamıştır. Düşmanca bir tasvirle sunulan İslam, Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu tezi ile Batı liberalizmi karşısında tehdit olarak algılanmıştır. Bu tez ile benzer yargıları içeren Medeniyetler Çatışması tezinde de İslam medeniyeti ötekileştirici bir şekilde sunulmuş ve İslam’ın çatışmacı bir kimliğe sahip olduğu iddia edilmiştir.
Bu sebeple, İslamofobi kavramının tarihsel arka planı için oryantalizm kelimesinin yapısı, kelimenin ifade ettiği anlamlar ve oryantalizm disiplinine ait çalışmalar incelenmiş; self oryantalizm açıklanarak, self oryantalist paradigmanın meydana getirdiği problemler aktarılmıştır. Ayrıca İslam korkusunun, İslam’dan kaynaklanmayan ve belirli kesimler tarafından politik amaçlarla üretilen bir süreç olduğunu göstermesi açısından da Tarihin Sonu ve Medeniyetler Çatışması tezleri değerlendirilmeye çalışılmıştır. Bu kavramların açıklanması ile birlikte İslamofobi kelimesi incelenmiş, İslamofobi ve anti-İslamizm kavramlarının farklılıkları vurgulanmıştır. İslamofobinin, literatürdeki verilerin aksine, İslam karşıtlığı (anti-İslamizm) politikalarının bir sonucu olduğu aktarılırken; İslamofobi kelimesinin kullanımının dahi İslam karşıtlığına destek olmak anlamına gelebileceği belirtilmiştir.
Fakat literatürde İslam karşıtlığını ifade etmek için anti-İslamizm yerine İslamofobi kelimesi kullanıldığından dolayı, çalışmada da İslam karşıtlığını literatürdeki tarihsel sürecinden/bağlamından koparmadan anlamlandırmak için İslamofobi kelimesinin kullanılması biçimsel olarak uygun görülmüştür. Ayrıca kavramsal çerçeve oluşturulurken kullanılan Batı kavramı ile fiziki bir coğrafya değil, kendisini Doğu ve İslam kültüründen üstün gören kültürel coğrafya kastedilmiştir.
1. Oryantalizm
“Doğu da Allah’ındır, batı da.
Her nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (kıblesi) orasıdır.
Şüphe yok ki Allah, kuşatandır, bilendir.”
Kur’an-ı Kerim, Bakara/115
“Doğu Doğu’dur Batı da Batı ve
bu ikisi hiçbir zaman birleşmeyecektir; yer ve gök
Tanrı’nın büyük hüküm koltuğunda durana kadar”
Rudyard Kipling
Oryantalizm, Doğu-Batı ayrımının tarihine kadar dayanan bir olgu olup kavramsal olarak Batı’nın Şark (Doğu) ile ilgili araştırmalarını ifade etmektedir. Batı’nın bir merkez olarak kendisini konumlandırarak Doğu araştırmaları yapması ise yeni bir Doğu algısının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Batı’nın Doğu ile ilgili araştırmalarında Doğu; Batı’nın karşıtı olarak konumlandırılan, sınırları net olmayan ve Batı dışındaki dünyanın diğer bölgelerini ifaden bir içeriğe sahiptir (Hentsch, 2016, s. 15). Bu bakış açısıyla Batı’nın Doğu’yu yeniden tanımlamak için yaptığı akademik ve kültürel çalışmalar oryantalizmin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla oryantalizmin akademik bir disiplin olarak doğuşu ve kurumlaşma süreci bize Batı’nın Doğu hakkındaki bilincinin tarihini de vermektedir (Bulut, 2004, s. 14).
Oryantalizmin doğuşu ve ilerlemesi iki taraflı olmakla birlikte, kelime anlamı açısından Doğu’yu ihtiva etmektedir. Orient (Doğu) kavramını sunan ve literatüre kazandıran Batı, bir eylemin meydana gelmesi için gerekli olan fail/özne ve meful/nesne ikileminin şartlarını da kavram ile birlikte literatüre dâhil etmiştir. Dolayısıyla Doğu ve Batı kavramları ayrımının Batı kökenli olduğunu bilmek, oryantalizmin oluşmasındaki etmenleri iki taraflı bir şekilde tahlil ederek düşünmek, oryantalizm kelimesinin nihai anlamının ortaya çıkmasına katkı sağlayacaktır (Çaycı, 2015, s. 14; Kalın, 2016a, s. 15). Bu çerçeveden bakıldığında, Doğu-Batı kavramlarının oluşum süreçlerinde Doğu ile Batı arasındaki derin tarihsel ilişkilerin izleri görülebilecektir. Bu tarihsel ilişki içerisindeki Doğu ve Batı, sınırları muğlak veya hayali kavramlar gibi görünse de, Doğu’nun Batı tarafından incelenmesi, Batı’nın bilinçli uğraş ve politikalarının sonucudur (Bulut, 2004, s. VII).
Oryantalizm kelimesi, Batı dillerinde güneşin doğduğu yer (oriens) ve güneşin battığı yer (occidens) anlamına gelen Latince terimlerden türeyen Orient (Doğu) ve Occident (Batı) kelimelerinden üretilmiştir ve Şarkiyat, Doğuculuk, Doğu Bilimi anlamlarına gelmektedir (Cevizci, 2000, s. 712; Uluç ve Soydan, 2007, s. 37; Çaycı, 2015, s.13). Edward W. Said’e göre ise oryantalizm Şark ile Garp arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrıma dayanan bir düşünme biçemidir (Said, 2012, s. 12).

Anlaşılacağı üzere, oryantalizm kelimesinin muhtevasını Doğu ve Batı kelimelerinin tarihsel anlamları oluşturur. Dolayısıyla oryantalizmin ifade ettiği anlamları açıklamadan önce Doğu ve Batı fikrinin kökenlerini incelemek, kelimenin mahiyetinin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Avrupa (Batı) kelimesi Doğu dillerindeki ereb kökünden türemekte ve güneşin battığı ülke ve karanlık anlamlarına gelmektedir. Ayrıca gün batımı da coğrafi yön olarak Batı’yı simgelemektedir. Doğu ise akşam ülkesi demek olan abendland kelimesinin karşıtı olan morgenland (sabah ülkesi) kelimesinden üretilmiş olup; Şark, Asya, İslam ve Türk kültür karışımını ifade eder. Yunan mitolojisindeki aktarımlara kadar dayanan Avrupa kavramını, antikitede Yunanlı yazarlar ve düşünürler Akdeniz’in kendi taraflarındaki kısmını Asya’dan ayırmak için kullanmıştır. Literatürde kelimelerin ayrımı ile ilgili farklı anlatımlar olsa da nihayetinde Avrupa kelimesinin kökeninde bir ayırma ve ötekileştirme düşüncesi yer alır (Kula, 2011a, s. 1-2; Hanks, 2009, s. 2-3).
Güneşin battığı yer anlamına gelen Batı kelimesi, Asya’nın batısı anlamına gelmekteydi. Bu bağlamda Avrupa, kendisini Orta Çağ’da Asya’nın batısı olarak konumlandırmaktaydı. Bu perspektiften bakılınca batı diye müstakil bir coğrafyadan ziyade merkezinde Asya olan bir Batı’dan (Avrupa) söz etmek daha mümkün gözükmektedir (Kalın, 2016a, s. 26-27). Dolayısıyla Avrupa ve Batı kavramının, coğrafyadan ziyade kültürden doğduğunu söylemek mümkündür (Hanks, 2009, s. 2). Bu kültürel unsurun temelinde de Avrupa’nın Doğu’dan ayrılma düşüncesi yatar. Bu ayrılışın coğrafi olarak filizlendiği yer de Yunanistan olarak görülür. Yunanistan, Batı’nın Doğu’dan koptuğu yer olarak algılanmış ve Avrupa efsaneleri de (Batı Medeniyeti) Yunanistan’dan başlatılmıştır. Kadim Yunan ile Atina’nın M.Ö.500-400’lerdeki altın çağı özellikle Batı literatüründe Avrupa’nın özü olarak algılanır (Süphandağı, 2004, s. 85; Lockman, 2013, s. 48). Antik Yunan’ın Avrupa’nın özü olarak görülmesi fikri Yunan medeniyetinin kendisini ön plana çıkarmasından kaynaklanmaktadır. Bu fikir geleneğine göre, Yunan şehir yaşamı huzur ve güvene dayanırken; Persler ve Doğuluların idaresinde despotizm hâkimdir. Bu anlamlar üzerine inşa edilen Doğu Despotizmi kavramı, Batı’nın Doğu hakkında kullandığı bir sav (Mardin, 2002, s. 117-118) olmakla birlikte ayrıştırıcı bir özellik taşımaktadır.
Batı’nın kültürel alanda kendisini merkeze konumlandırarak Doğu’yu ötekileştirmesi, beraberinde Doğu’ya ait olguların Batı tarafından yeniden üretilmesine zemin hazırlamıştır. Doğal olarak Doğu, Batı’nın ötekisi olarak dile gelmiş (Süphandağı, 2004, s. 23) ve Batı, kavram olarak kurguladığı Doğu’yu kendisine göre yeniden inşa etmiştir. Edward W. Said’in de ifade ettiği üzere (2012, s. 11), Doğu sadece Avrupa’nın komşusu değil, tarihsel süreçte Avrupa’nın en büyük sömürgelerinin mekânı, en sık yinelenen, en derin öteki imgelerinden birisi olmuştur.
Tarihsel ilişkilerin inşa ettiği Doğu ve Batı kelimelerinin anlamı üzerine kurulan ve Doğu’nun Batı tarafından araştırılması anlamına gelen oryantalizm, tarihsel süreçte farklı anlamları içermiştir. Doğu’yu inceleyen bilim adamlarını, Doğu hakkında yazan ve Doğu’yu araştıran kişileri ifade eden oryantalist (şarkiyatçı) (Said, 2012, s. 12) kelimesi ilk olarak 1683’te Doğu ve Yunan kilisesinin bir üyesi anlamında kullanılırken; zamanla doğu dillerini bilen, doğu dilleri ve edebiyatı ile ilgilenen kişiyi ifade etmiştir. Orientalist kelimesi ilk defa 1779’da Edward Pocock’un anlatıldığı makalede yer almış, Fransızca’da ise orientaliste şeklinde 1799’da kullanılmıştır. 1824 yılında Journal Asiatique’de yayınlanan bir ilanda da yer alan orientalisme kelimesi, 1838’de Dictionnaire de l’Acadêmie Française’de bir madde olarak, Yakın Doğu’nun ve Uzak Doğu’nun incelenmesi anlamında kullanılmıştır (Bulut, 2004, s. 3-4; Zakzûk, 1993, s. 9-10). Oryantalizm ve oryantalist kelimelerinin İngilizce’de ve Fransızca’da 1800’lerden itibaren sıkça görüldüğü söylenebilir. Fakat bu tarihlerden önce de Batı Avrupa’da, akademik bir disiplin olarak olmasa da, Doğu ile ilgili aynı bakış açısıyla bilimsel çalışmalar yapılmıştır (Watt, 1999, s. 338).
Kelime anlamının yanında oryantalizm, söylem tarzı, bilim dalı veya siyasi ideoloji ya da dünya görüşü olarak ifade edilebilir. Fakat oryantalizm kelimesi, kullanım amaç ve alanlarından anlaşılacağı üzere, biz-onlar düalizmine dayanır. Oryantalizm, kendisini Batı olarak ifade edilen siyasi-kültürel oluşuma ait hisseden birinin, Doğu olarak betimlediği bir oluşumun öğeleri hakkında konuşmasıdır (Kontny, 2002, s. 121). Bu açıdan bakıldığında oryantalizm (şarkiyatçılık) Avrupa’ya göre doğuda yer alan milletlerin dillerini, kültür ve tarihlerini araştıran Avrupa merkezli bir alanı ifade etmektedir (Alkan, 2016, s. 21). Bu bağlamda, oryantalizm ile ilgili yapılan tanımlamalar iki zıt, özselleştirilmiş varlığın Batı ve öteki veya yabancının yan yana koyulmasıyla üretilmiş olup, karşıt bir unsurun farklılığıyla tanımlanmıştır (Carrier, 2014, s. 468).
Şarkiyat araştırmaları yapan, şarkiyatçılar loncasının sözcülüğünü yapan (Said, 2012, s. 357) ve bu işi meslek edinen Bernard Lewis ise (Lewis, 1982, s. 3) oryantalizmin iki anlamı olduğunu belirtmektedir. İlk anlamda oryantalizm, büyük bir çoğunluğu Batı Avrupalı olan, Orta Doğu’yu ve Kuzey Afrika’yı ziyaret eden, gördüklerini yahut hayal ettiklerini romantik bir şekilde tasvir eden bir grup sanatçının ve ressamın oluşturduğu ekoldür. İkinci ve yaygın anlamıyla oryantalizm ise ilk anlamı ile ilgisi olmayan, akademik bir disiplin olarak Rönesans’tan itibaren burslar aracılığıyla gerçekleştirilen çalışmalar ile başlar. Yunancayı çalışan Helenistler; Latinceyi çalışan Latinler; İbranice çalışan İbraniceciler bulunmaktadır; ilk iki grup bazen klasikçiler olarak adlandırılırken, üçüncü grup oryantalistler olarak adlandırılmıştır.
Oryantalizm Çalışmalarının Tarihsel Sürecine Bakış: Oryantalizm kavramının anlaşılması, disiplinin tarihsel gelişimine yönelik bir çerçeve kurulmasıyla mümkün olacağından, bu noktada kısaca oryantalizm çalışmalarının gelişim sürecine değinmek yerinde olacaktır. Çünkü oryantalizm çalışmalarının tarihi, anlam değişmelerini de gösterir. Oryantalist bakış açısı ile yapılan çalışmaların başlangıcı ile ilgili net tarih verilemezken bu başlangıcı Batı’nın Doğu’yu merak etmeye başlaması ile temellendirmek mümkündür. Orta Çağ’da Avrupalıların dünya, özellikle Asya ve Doğu hakkındaki bilgilerinin teknik ve sosyolojik olarak sınırlı olması (İnalcık, 2013a, s. 130) Avrupa’nın Doğu araştırmalarının zeminini hazırlamıştır. Kesin tarih belirtilemese de bazı araştırmacılar oryantalizmin düşünsel kaynağını Antik Yunan’da bulurken, bazıları 1311-1312 yılında Viyana Konsülü’nde alınan kararları başlangıç olarak kabul eder. Viyana Konsülü’nde Paris, Bologna, Oxford, Salamanca ve Avignon üniversitelerinde Arapça, Yunanca, İbranice ve Süryanice kürsülerinin kurulması kararı; Doğu ve Asya’nın gizemli ve zengin olarak anılmasından dolayı araştırılma ihtiyacının hissedilmesi, geleneksel oryantalizmin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır (Irwin, 2008, s. 12; Said, 2012, s. 59; Zakzûk, 1993, s. 8; Çaycı, 2015, s. 15).
Avrupa’da 15. yüzyılda Orta Çağ’ın bitişine sebep olan teknolojik gelişmeler ve Amerika’nın keşfedilmesi; Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’u fethetmesi gibi önemli olaylar Doğu ve Batı ilişkilerinin tarihsel seyrini değiştirmiştir. Orta Çağ’ın bitişi ile birlikte Avrupa’daki 15. yüzyıldaki teknolojik, siyasal ve sosyal gelişmeler Batı’nın Doğu merakını tetiklemiş (Lewis, 2017, s. 38-39) ve beraberinde oryantalist çalışmalar artmıştır. 16. yüzyıldan itibaren Avrupalı seyyahların Türkiye ve diğer doğu ülkelerine yaptıkları seyahatlerdeki izlenimler, tasvirler Batı’nın Doğu’yu tanıma ve tanımlama sürecinde büyük işlev görmüştür (Barthold V., 2004, s.167; Hentsch, 2016, s.102). Aynı zamanda bu ilk oryantalist çalışmalar Doğu’da yaşayan halkları, kültürleri yorumlamaya dayanan strateji ve bilgi kümesi sunmuştur (Yeğenoğlu, 2003, s. 22). Bu yorumlamalar ve 16. yüzyılın sonlarında artan Batı-Osmanlı İmparatorluğu ilişkileri neticesinde 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Doğu, politik olarak kullanılmaya başlanmıştır (Bulut, 2004, s. 74).
Oryantalizmin konusunu oluşturan Doğu dili ve İslam ile ilgilenmek, yapılan çalışmalarda görüleceği üzere, Avrupa’da eski tarihlere dayanır. Orta Çağ’a kadar uzanan bu sürecin her aşaması, Avrupa’daki dini, siyasi, ekonomik ve kültürel dinamiklerden etkilenmiştir (Kutub, 2014, s. 25). Bu süreçte, Batı’nın Doğu’yu araştırma süreci, bilimsel bir disiplinin zeminini hazırlamış ve Avrupa’da oluşturulan kürsülerle oryantalist çalışmalar artmaya başlamıştır. Tarihsel safhalarda görüleceği üzere, Doğu-Batı ayrımının tarihine kadar dayanan Batı’nın Doğu’ya yönelik ilgisi, 17. yüzyılın sonlarında akademik bir disiplin olarak oryantalizmin doğmasına sebep olmuştur.
Disiplin olarak ilk oryantalist çalışmalar 17. ve 18. yüzyılda başlamıştır. İslam çalışmaları açısından 17. yüzyılın en önemli siması İngiliz Edward Pococke’tur (1604-1691). Oxford Üniversitesi İslam Araştırmaları Kürsüsü’nün ilk başkanı olan Pococke, İslam dini ve düşüncesi hakkında ulaşabildiği metinleri bir araya getirerek Batı’daki birçok kişiyi etkilemiştir. Bu etki ile birlikte, 18. ve 19. yüzyılda İslam ile ilgili çalışmalarda (kitap, makale, dergi, konferans, tez) büyük bir artış yaşanmıştır (Kalın, 2007, s. 177-178). 17-18. yüzyılda Batı-Doğu arasındaki siyasi ve ticari ilişkiler de oryantalizmin akademik bir disiplin olarak gelişmesine zemin hazırlamıştır. Özellikle Doğu ile ticaret ilişkilerini kuvvetlendirmek isteyen İngilizlerin desteğiyle Oxford ve Cambridge üniversitelerinde Arapça kürsüleri kurulmuştur (Lockman, 2013, s. 93). 1795’te Paris’te oryantalist Louis Langlês’in (1763-1824) çalışmalarıyla kurulan İslam, Arap araştırmalarının ve modern oryantalizmin kurucusu olarak kabul edilen Silvestre de Sacy’nin (Irwin, 2008, s. 146) öncülüğünü yaptığı Ecole des Langues Orientales Vivantes (Yaşayan Doğu Dilleri Okulu) oryantalizmin akademik bir disiplin haline gelmesinde önemli bir rol oynamıştır (Bulut, 2004, s. 102-103).
17. ve 18. yüzyıllarda yapılan oryantalist çalışmalar başlangıçta dil ve gramer ağırlıklı iken, sonraki süreçte bu çalışmalar İslam ve Doğu üzerine odaklanmış ve bu çalışmaların sayısında da artış olmuştur. Yapılan bu çalışmalar İslam tarihi ve kültürünün birçok yönünü kapsamış; Avrupa, keşif ve fetih ruhuyla İslam araştırmalarına yönelmiştir. Bilgi güçtür ilkesi, Batı’da siyasi nitelik kazanmış ve sadece Doğu’yu sömürge haline getirmek için değil, moderniteyi de gerçekleştirebilmek için bilgiye dayalı iktidar araçları geliştirilmiştir (Kalın, 2016b, s. 311-313). 18. yüzyılda, Yakın Doğu ve Avrupa ilişkisi ile birlikte güçlü bir kültürün başka bir kültürü salt bilimsel yoldan kendine mâl edişinin modeli olarak görülebilecek Napolyon’un 1798 Mısır istilasıyla da modern oryantalizm süreci başlamıştır. 18. yüzyılın yarısı ile 19. yüzyılın ilk yılları oryantalizmin siyasal bir tarih zemininde biçimlenmeye başladığı dönemdir (Said, 2012, s. 52, 213). 19. yüzyıla gelindiğinde ise Batı’nın Doğu ile ilgili düzensiz olarak gerçekleştirdiği bağımsız araştırmalar sistemli hale gelmiş ve Doğu’ya nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda görüş birliğine varılmıştır (Hüseyin vd. 1989, s. 19).
18. ve 19. yüzyıldan itibaren biçim değiştiren oryantalizm disiplini, Doğu’nun Batı ülkeleri tarafından işgal edilmesinde önemli bir rol oynamıştır (Zakzûk, 1993, s. 33-34). 1815-1914 tarihleri arasında Avrupa’nın işgallerle yayılma oranı artmış, sömürgelerinin kapladığı alan yeryüzünün yaklaşık yüzde 35’inden yüzde 85’e çıkmıştır. Bu süreçte Afrika ve Asya önemli ölçüde etkilenmiş ve İngilizlerle Fransızlar sömürgeler konusunda kimi zaman müttefik olmuş kimi zaman ise rekabete girerek Doğu ile yakından ilgilenmeye çalışmışlardır. Sonraki dönemlerde de oryantalizm, sömürge mantığının işleyişinde rol almıştır (Said, 2012, s. 49-51). Sömürge amaçlı oryantalist faaliyetler, özellikle koloni imparatorluklarının kurulmasıyla ve unutulmuş kıtaların Avrupa’nın denetimi altına girmesiyle hızlanmıştır. Bu doğrultuda ilk olarak 18. ve 19. yüzyıllarda oryantalist dernekleri kurulmaya başlanmış ve ardından 1873’te Paris’te ilk oryantalist kongresi düzenlenmiştir. Aynı kongre 1. Dünya Savaşı’na kadar 16 kez düzenlenmiş ve sonuncusu 1912 yılında Viyana’da yapılmıştır (Abdülmelik, 2014, s. 41).
Oryantalizm, başlangıcı olarak kabul edilen 17-18. yüzyıl ve oryantalizmin altın çağı olarak kabul edilen 19. yüzyılda, Silvestre De Sacy, Edward William Lane, Ernest Renan gibi birçok araştırmacı ortaya çıkarmış ve Doğu dillerinin öğretimi ile birlikte Doğu ile ilgili çevirilerin ve araştırmaların sayısı artmıştır. Batı’dan mutlak olarak farklı, değişmez bir Doğu çıkarılarak oryantalizm bilimsel bir zemine yerleştirilmeye çalışılmıştır. Doğu’nun dillerini çalışmak da Batı’nın Doğu’yu yeniden inşa edebilmesi sürecinde önemli bir araç haline gelmiştir. Bu doğrultuda antropoloji ve filoloji çalışmaları bu dönemlerde artmış ve Batı’da bir Doğu algısının yaratılmasının bilimsel zemini oluşturulmuştur. Yine Goethe, Victor Hugo, Alphonse de Lamartine, François-Renê de Chateaubriand, Gêrard de Nerval, Alexander William Kinglake, Gustave Flaubert, George Gordon Byron, Sir Richard Burton, Sir Walter Scott, George Eliot, Benjamin Disraeli, Alfred de Vigny ve Thêophile Gautier gibi isimler, eserleriyle Doğu insanını kendi tasavvurları ile yeniden yapılandırmışlardır. Charles Montagu Doughty, Pierre Loti, Maurice Barrês, Thomas Edward Lawrence’ın Mezopotamya, Suriye, Mısır ve Türkiye’deki incelemeleri, seyyahların yazıları ölü doğu uygarlıklarının! tanıtılmasını sağlamış, Doğu bilincini yoğunlaştırmış ve büyük Asya gizeminin! çizgilerini netleştirmiştir (Said, 2012, s. 31-32; 107-110; 132-135; 204). Kültür, sanat, teknoloji, Kur’an, hadis, siyer, tasavvuf, kelam gibi birçok alanda yayınlanan bu yapılandırıcı eserler, Orta Doğu Araştırmaları başlığı altında toplanarak, Batı üniversitelerinin Doğu ve İslam ile ilgili araştırmalarında yol haritası olmuştur (Kalın, 2016b, s. 314). Müslüman Doğu ile birlikte, Doğu halkının tarihi ve kültürü hakkındaki akademik çalışmalar artmış ve açılan akademik alanlar çok sayıda yazar ve düşünürün ilgisini çekmiştir (Lockman, 2013, s. 122). Silvestre de Sacy, Edward William Lane, Ernest Renan gibi erken dönem oryantalistleri, Doğu’yu mizansenle donatmışlardır. 20. yüzyıla kadar Doğu’nun araştırılması zemininde ilerleyen oryantalizmde uzmanlar başrolde iken, 20. yüzyıldan sonra ise siyasi hükümetler etkin olmuştur. Oryantalist literatürün katkısıyla politika üretiminde siyasetin etkin olduğunun anlaşılması ile işgal ve sömürü artmış; oryantalizm yerini emperyalizme miras bırakarak kurumsal hale gelmiştir (Said, 2012, s. 210).
Özetle, Avrupalıların Doğu ve İslam ile ilgili yapmış olduğu ilk çalışmalar (incelemeler, seyahat yazıları ve tercümeler) oryantalist bakış açısının örnekleri olup, Napolyon’un Mısır’ı işgali ile İngiltere ve Fransa arasındaki yakın ilişkilerden akademik bir disiplin ve meslek haline gelen klasik oryantalizm doğmuştur. 19. yüzyıl ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki süreçte oryantalizme Fransa ve İngiltere egemen olurken, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu hâkimiyet Amerika’ya geçmiştir (Said, 2012, s. 14). Bu doğrultuda kavram olarak oryantalizm, Doğu hakkında bilgiler sunmakta ve bu bilgiler Doğu diye adlandırılan yerdeki insanların akıl edip üretemedikleri(!), onlara kendinden olmayan insanların sunduğu bilgiyi ifade etmektedir. Dolayısıyla oryantalizm, Doğu olarak adlandırılan büyük bir bilgi yapısının adıdır. Bu bilgi yapısı sadece Doğu üzerine konuşan bir söylem değil, daha derin yapısal/kültürel bağlantıların ve mikro-makro iktidar ve hiyerarşi ilişkilerinin merkezde olduğu bir politikanın uzantısıdır (Arlı, 2014, s. 15-16).
Oryantalizme Getirilen Eleştiriler:Oryantalizmin anlamı ve literatürü ile ilgili değerlendirmelerin yanında, oryantalizm disiplinine getirilen radikal eleştiriler de oryantalizmin bugünkü anlamını etkilemiştir. Oryantalizmi ilk defa kapsamlı ve sistematik bir şekilde okumanın yolunu açan Edward W. Said olmuştur. Eleştirel paradigma kurucu bir eser (Bulut, 2004, s. 163-164) olarak kabul edilen oryantalizm (orientalism) isimli eserinde Said, Michel Foucault’nun görüşlerinden esinlenerek, oryantalizme yönelik farklı bakış açılarını sistematik bir şekilde sunmuştur. Said’in, Foucault’nun söylem ve iktidar teorileriyle ilişkilendirdiği oryantalizm kavramı bir tahakküm biçimi olup, Avrupa’nın Orta Doğu’ya boyun eğdirmesinin bir ürünü ve bu süreçte kullandığı bir vasıtası olmuştur (Halliday, 2014, s. 84). Said, siyasal ve epistemolojik bir figür olan oryantalizmi sadece sömürgeci kurumsal ve maddi bağlam içine oturtmakla kalmamış, aynı zamanda oryantalizmin bilgi ve hakikat üretimi ve özne kuruluşu olduğunu söylemiştir (Mutman, 2007, s. 191-192). Dolayısıyla Said, oryantalizmin öncelikli olarak bu perspektife dayanan bir söylem olarak incelenmesi gerektiğini savunur:
“Şarkiyatçılık bir söylem olarak incelenmedikçe, Aydınlanma sonrasında Avrupa kültürünün Şark’ı siyasal, sosyolojik, askeri, ideolojik, bilimsel, imgesel olarak çekip çevirebilmesini-hatta üretebilmesini sağlayan o müthiş sistemli disiplinin anlaşılması olanaksızdır. Dahası, şarkiyatçılığın öylesine yetkin bir konumu vardı ki, bence Şark’a ilişkin yazan, düşünen, eyleyen hiç kimse, bu işleri, şarkiyatçılığın düşünce ile eyleme dayattığı sınırlamaları hesaba katmaksızın yapamazdı” (Said, 2012, s. 13).
Edward W. Said oryantalizmi modern sömürgeciliğin zirvesine yerleştirir. Michel Foucault’nun iktidar ile bilgi arasında kurduğu ilişkiyi, Doğu’nun Batı tarafından temsil edilmesi sorunsalına taşıyan Said, Batılı bilgi ile Batı’nın iktidarı arasında yakın bağ olduğunu vurgular (Yeğenoğlu, 2003, s. 20). Edward W. Said, Batı’nın siyasi, ekonomik, kültürel tahakkümünün arka planındaki köklü ve karışık bir mekanizmanın var olduğunu belirtip, bu mekanizmanın izini sürerek, oryantalizmin yapısını ve içeriğini eleştirel bir şekilde aktarmıştır (Yıldız, 2014, s. 9).
Doğu’nun Batı tarafından araştırılması sürecini olumlu olarak gören oryantalistlere karşı Edward W. Said, oryantalizm çalışmalarında Doğu’nun, Batı bilgisine ve bilincine, sonra da Batı egemenliğine taşıyan bir güçler bütünü tarafından şekillendirilmiş temsil biçimleri dizgesi olduğunu belirtir (Said, 2012, s. 215). Batı’nın Doğu’ya tek, değişmez bir kimlik empoze ettiği ve bu kültürel nitelemenin yanlış olduğu vurgusu Said’in temel argümanıdır. Bu kültürel niteleme de aynı zamanda Batı’nın emperyalizmi meşrulaştırması ve Hristiyanlığı yüceltmesi gibi bazı Batılı çıkarlara hizmet eder (Binder, 1999, s. 202). Bu açıdan bakıldığında oryantalizm, Doğu’yu, Batı’nın kültürel ve ideolojik kurumları, bu kurumların yarattığı sözcükler, imgeler ve doktrinlerle bezenmiş bir söylem yoluyla algılamaktır (Parla, 2015, s. 20-21). Bu söylem ile birlikte Avrupa, Said’in belirttiği gibi (Said, 2012, s. 13), Doğu hakkında gözlemler yaparak, Doğu’yu tarif ederek, orada yerleşerek, kâğıt üzerinde onu üreterek, Doğu’ya egemen olmaya çalışarak otoritesini kurmaya çalışmıştır.
Tablo 1. Batı’nın Doğu’ya karşı oryantalist ve ataerkil yapılanması (Hobson, 2008, s. 23).
BATI | DOĞU |
Dinamik Batı | Değişmeyen Doğu |
Yenilikçi, becerikli, hareketli | Taklitçi, cahil, pasif |
Akılcı | Akılcı olmayan |
Bilimsel | Batıl, geleneklere bağlı |
Disiplinli, düzenli, öz disiplinli | Tembel, dengesiz, doğal |
Mantıklı, duyarlı | Mantıksız, duygusal |
Akıl odaklı | Beden odaklı, egzotik alımlı |
Otoriter, bağımsız, işlevsel | Çocuksu, bağımlı, işlevsiz |
Özgür, demokrat, anlayışlı, dürüst | Esir, despot, anlayışsız, ahlaksız |
Medeni | Barbar |
Ahlaki ve ekonomik olarak ilerlemeci | Ahlaki olarak geri, ekonomik olarak durağan |
Said’e göre (2012, s. 29); yapılan Doğu araştırmaları (Alman, İngiliz-Fransız, Amerika şarkiyatçılığı) ile birlikte Doğu üzerinde kurulu düşünsel bir yetke de oluşturulmuştur. Bu yetke ikna edicidir; toplumda bir yeri vardır. Bu yetkeyi incelerken iki yöntembilimsel gerece başvurulmuştur: Doğu’nun betimlenme süreci olan stratejik konumlandırma ve metinler arasındaki ilişkiyi çözümlemenin yöntemlerinden biri olan stratejik biçimlendirme. Doğu’yu nereden yakalamalı, Doğu’ya nasıl yaklaşmalı gibi ölçütler Doğu’nun konumlandırılmasına; Doğu’yu nasıl betimlemeli gibi ölçütler de Doğu’nun çerçevelenmesine, biçimlendirilmesine hizmet etmiştir. Bu çerçeveleme 20. yüzyıl ve sonrasında Orta Doğu araştırmacılarına katkı sağlamış ve iktidarların Orta Doğu politikalarına hizmet etmiştir (Lockman, 2013, s. 188-199).
Batı’nın stratejik konumlandırma ve stratejik biçimlendirme yöntemiyle Doğu’ya gitmesi beraberinde Avrupa-merkezci bakış açısının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Avrupa, imtiyazlı bir konuma yerleşerek kendisini yüceltmiş; zaman, mekân ve olaylarda kendi bakış açısını ve tanımlamasını ön plana çıkarmıştır (Metin A., 2013, s. 18; Çaycı, 2015, s. 16). Dolayısıyla bu süreçte oryantalizm, Batı’nın tanımladığı ve kontrol ettiği kavramlar, tablolar ve kategorilerin içinde anlamlandırılabilecek farklı bir Doğu anlayışını ortaya çıkaran bir söylem üretmiştir (Turner, 1989, s. 37). Bu bağlamda Said’in sistemli biçimde yaklaşılan oryantalizme dair söylemleri/tasvirleri kısaca şu şekildedir:
“Bir bölgeyi şimdiki barbarlığından kurtarıp eski görkemine kavuşturmak; modern Batı usulüyle Şark’ı, Şark için eğitmek; Şark’ı siyasal egemenlik altına alma sürecinde büyütebilmek için askeri gücü tabi kılmak ya da rolünü daraltmak; Şark’ın bellekteki yerini ve imparatorluğun strateji açısından önemini değişmez kalıplarla dillendirmek; … Şark’a biçim ve kimlik vermek; Şark tarihini, zamanını, coğrafyasını, neredeyse keyfince yöneten bir “Avrupalı” olduğunu hissettirmek; yeni uzmanlık alanları kurmak; yeni disiplinler oluşturmak; en önemlisi de yaşanan gerçekliği metinlerin hammaddesine dönüştürmek, sırf Şark’taki hiçbir şey sahip olunan güce direnmez gibi göründüğü için gerçekliği elinde tutmak…” (Said, 2012, s. 95-96).
Bu tasvirlerin oluşturulabilmesi için ilk önce modern eğitimin yaygınlaşma imkânından, üniversitelerdeki yayılma düzeneklerinden yararlanarak Batı’nın tasavvurlarının toplamıyla bir Doğu özü oluşturulmuştur. Öğreti düzeyinde ortaya çıkan ve kalıp sözlerle açığa çıkarılan bu oryantalizm, örtük (gizli) oryantalizmdir. Gizli oryantalizm, Doğu’ya dair herhangi bir yargısını dile getirmek isteyen kişiye kullanılabilecek, harekete geçirebilecek, söyleme dönüştürülebilecek bir dillendirme olanağı sağlamıştır. Neredeyse bilinçdışı bir kesinlik ile tanıtılan bu oryantalizm, gizli oryantalizm olarak tanımlanırken, Doğu toplumuna, Doğu’nun tarihine, dillerine ve sosyolojisine ilişkin olarak net bir şekilde dile getirilmiş görüşler de açık oryantalizm olarak tanımlanmıştır (Said, 2012, s. 218, 232-233).
Bu perspektiften bakıldığında, oryantalizmi Lewis’in belirttiği gibi Rönesans ve sonrasından itibaren ele almak, Batı (Avrupa ve Yunan) ve Doğu ilişkileri tarihini göz ardı etmek olacaktır. Rönesans öncesi meydana gelen; Yunanlıların tek bir otorite altında toplanma ideası ile birlikte Doğu’ya yapılan seferler, Akdeniz ve Batı ile ilişkilerde Doğu’daki barbarların Avrupa ruhunu bozması ve Roma İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından Doğu Akdeniz’deki Yunan-Arap karşılaşmaları (Hentsch, 2016, s. 35-43), Orta Doğu’ya yapılan Haçlı Seferleri Batı’nın Doğu algısını şekillendirmede etkisi olan olaylardır. Bu bağlamda, her ne kadar oryantalizm disiplin olarak Batı’da Orta Çağ’dan itibaren başlasa da, Batı ve Doğu algısını şekillendiren ilişkileri, Avrupa-merkezci bakış açısını, oryantalizm disiplini çerçevesinde Doğu’nun Batı tarafından araştırılmasındaki sosyolojik, psikolojik ve ekonomik sebeplerin tarihine dair izleri Antik Çağ’dan itibaren sürmek mümkündür (Said, 2012, s. 65-66; Hobson, 2008, s. 23; Hentsch, 2016, s. 85). Said’in belirttiği gibi örtük şarkiyatçılığın oluşmasında; Antik Çağ’daki Doğu-Batı ilişkilerinin seyri; çalışma alanı genelde Doğu, özelde ise İslam olan oryantalist çalışmalar; Haçlı Seferleri ile birlikte milâdi 11. ve 12. yüzyılın başlarındaki İslam ve Arap kültürü ile ilgili çeviriler önemli bir rol oynamıştır (Zakzûk, 1993, s. 9-11; Metin A., 2013, s. 56).
Kısacası, sömürge yönetimlerini destekleyen ve sömürgeciliğin keşif kolu olarak görülebilecek oryantalizmin tarihini (Parlakışık, 1995, s. 13-14) Batı merkezli bir okumaya tabi tuttuğumuzda, yani Doğu-Batı ilişkilerinin Antik Yunan’dan günümüze kadarki seyri görmezden gelindiğinde, oryantalizm salt bir araştırma disiplini olarak görülecektir. Hâlbuki oryantalizmin disiplin olma sürecinde, Arap Dili ve İslamiyet ile ilgili çevirilerin bir kısmı ilk zamanlar akademiye katkı sağlamak için yapılsa da, 1970’ler ve sonrasında pek çok düşünür bu çalışmaların Avrupa sömürgeciliğiyle ilişkili olduğunu ve oryantalizm aracılığıyla üretilen bilgilerin de genellikle Avrupa’nın İslam dünyası üzerindeki gücünü haklı çıkarmak ve pekiştirmek için kullanıldığını iddia etmiştir (Lockman, 2013, s. 147). Salt-zihinsel bir üretim değil, tarihi ve hegemonik bir kuruluş olarak değerlendirebileceğimiz oryantalizm, Edward W. Said ve benzer eleştirileri sunan düşünürler tarafından akademik bir disiplin; bir düşünce üslubu; tüzel bir kurum olarak ele alınmıştır. Bu bakış açısının var olma sebeplerinden biri ise oryantalist metinlerin içinde yer alan, sömürgeciliği destekleyen, Batı’nın üstünlüğünü bir veri olarak kabul eden argümanların fazla olmasıdır (Arlı, 2014, s. 16-17).
Said ile birlikte, Doğu-Batı ilişkilerine yönelik eleştirel okuma girişimleri önemli ölçüde artmış ve 20. yüzyıla gelindiğinde Said’in oryantalizm okuması edebiyat, sanat, kültürel çalışmalar ve siyaset başta olmak üzere birçok alanda etkili olmuştur. Bu etki beraberinde birçok tepkiyi de getirmiştir. Bu tepki sonucunda geleneksel olarak düzenlenen Uluslararası Oryantalistler Kongresi’nin 1980 yılındaki toplantısında oryantalist sıfatının kullanılmaması kararı alınmıştır (Yıldız, 2014, s. 11). Edward W. Said’in eleştirel bir okumayla sunduğu oryantalizm bakış açısı özellikle Orta Doğu ve İslam tarihçisi Bernard Lewis ve etkilenenleri tarafından bilimsel yönü bakımından tartışmaya açılsa da, Batılı yöntem ve bakış açısıyla Doğu okumalarının yapıldığı düşüncesi, akademik çalışmalarda ve sosyal/siyasal hayatta etkisini göstermeyi başarabilmiştir.
2. Self (İçselleştirilmiş) Oryantalizm
“Müslüman şehirlerindeki kütüphane raflarının
başka kitaplara yazılmış el yazması yorumlar ve şerhlerle
nasıl dolu olduğunu görenler, şaşacaklarına sokaklardaki
o kırık adam kalabalıklarına bir göz atsınlar yeter”
Orhan Pamuk, Yeni Hayat, 1996, s.242
“Bir ikinci medeniyet yoktur, medeniyet
“Bir ikinci medeniyet yoktur, medeniyet
Avrupa medeniyetidir, bunu gülü ile de
dikeni ile de isticlas mecburidir”
Abdullah Cevdet, İçtihâd, 16 Kânun-ı sani 1329 (29 Ocak 1914)
Oryantalizmi Batı ve Doğu ilişkilerinin ortaya çıkışı ve gelişimi ile birlikte Batı’nın Doğu’yu araştırması, yeniden tanımlaması ve kategorize etmesi olarak tanımlamak mümkündür. Dünyanın epistemolojik olarak yeniden düzenlenmesinin bir parçası ve emperyalizmin sadece bir aracı olmayıp, entelektüel oryantalizmin bizzat kendisi olan oryantalist bakış açısı (Dirlik, 1996, s. 98), sahip olduğu tarihsel arka plan ve literatürdeki yeri ile birçok çalışma disiplinini etkilemiştir. Açık ve gizli iktidar ilişkilerinin ürünü olan oryantalizm, politik olarak tarihte iki farklı coğrafya arasında gerçekleşmiştir fakat Batı dışı toplumların modernleşme, Batılılaşma süreçlerinde daha farklı oryantalizmler söz konusu olmuştur. Oryantalizmin içselleştirildiği bu süreç (Kahraman, 2002, s. 160), Said’in kavramsallaştırdığı örtük, gizli oryantalizmin (Said, 2012, s. 234-236) izlerini taşımaktadır.
Batı’yı merkeze alan bir dünya kurgusu demek olan oryantalizme, ulusal programlarda da uygulandığı için sadece Batılı söylemlerde değil, ulusal söylemlerde de rastlanmaktadır (Keyman; Mutman; Yeğenoğlu, 1996, s. 14). Bu bağlamda, self oryantalizm, özellikle 18. yüzyıl ve sonraki süreçte Batı’nın siyasal olarak Doğu’ya galip gelmesiyle birlikte geri kalmış ülkelerde ortaya çıkan Batılılaşma, Batı gibi olabilme gayretinin tezahürüdür. Batılılar tarafından Doğu’nun incelenmesi ve yeniden tasvir edilmesi ile birlikte Doğu araştırması yapan araştırmacılarda da oryantalist bakış açısı yer edinmeye başlamış ve Doğulu, Asyalı araştırmacılar, oryantalizmi içselleştirilerek kendi coğrafi bölgesinin kültürünü, sosyal ve siyasal hayatını Batı perspektifinden değerlendirmeye başlamıştır. Özellikle Batı modeline göre konumlanıp, o konumdan kendisini ölçen ülkelerin (Göle, 2007, s. 97) gelişmiş Batı ülkelerini rol model alma süreçlerinde ön plana çıkan ve gelişmenin önündeki engelin yerli değerlerden kaynaklandığını iddia eden bu bakış açısı self oryantalizm olarak adlandırılmaktadır.
Self oryantalizm kavramı literatürde ilk defa 1927 yılında Antonio Chuffat Latour tarafından hazırlanan Apunte Historico De Las Chinas En Cuba başlıklı çalışmada, Çin toplumunun temsili ile ilgili kullanılmış olup (Aktaran Bezci ve Çiftci, 2012, s. 143),kişininkendisini/toplumunu Batılının tasviriyle yorumlaması anlamına gelmektedir. Oto oryantalizm, tersine oryantalizm (Golden, 2009, s. 2), öz oryantalizm (Dirlik, 1998, s. 271) gibi farklı terimlerle de ifade edilen self oryantalizm, örtülü bir düşünce yapısının ürünü olup, Batı’nın Doğu ile ilgili yorumlarının Doğu tarafından kabul edilmiş, onaylanmış biçimini ifade eder (Doğan, 2013, s. 453). Buradan hareketle oryantalizm-self oryantalizm ilişkisinde oryantalizm, Batı icadı bir silah olup, namlusu Doğu’ya/Doğulu’ya Batılı tarafından doğrultulmuştur. Buna karşın self oryantalizm, Batı icadı olan, Batı rol modelinden beslenen Doğulunun silahıdır ve self oryantalizmin namlusu otantik Doğu’ya/Doğulu’ya bizzat Doğulunun kendisi tarafından çevrilmiştir (Bezci ve Çiftci, 2012, s. 141).
Kendi kendini oryantalize etmek, bireylerin ve toplumların kendilerini, kendilerine ait olmayan fikirler aracılığıyla anlamaları ve anlamlandırmalarıdır. Batılı olmayan insanlar, onlara yüklenen anlamlarla birlikte kendilerine sunulan kimlikleri zamanla kabul ederek, kendilerine (değer ve yargılarına) yabancılaşarak, kendi kendini öteki haline getirmiştir (Uluç, 2009, s. 203-205). Bu bakış açısı aynı zamanda Doğu kültür ve yaşam tarzının ilerleme önünde büyük engel olduğuna dair Batılının çizmiş olduğu sınırın ürünüdür. Bu bağlamda self oryantalizmin ortaya çıkmasının en önemli sebeplerinden biri Avrupa dışındaki toplumların modernleşme sürecine girmeleridir (Özçelik, 2015, s. 96). Asya toplumlarının modernleşme sürecine girmeleri ve çabaları self oryantalist bakış açısının izlerini taşımaktadır. Dolayısıyla self oryantalizm ya da oto oryantalizm algısının, kendi vizyonunu, kültürünü ve kendi beklentilerini Batı’ya göre şekillendirmeye çalışan Doğu Asya’da ortaya çıktığı düşünülmektedir (Golden, 2009, s. 9).
Dünya genelinde toplumların birer parçası haline gelen Avrupa merkezciliğin (Dirlik, 1998, s. 259) yansıması olan self oryantalizm, varlığı ve çıkış noktası Asya olarak kabul edilse de modern paradigmanın bir sonucudur. Dolayısıyla Batı dışı toplumların modernleşme çabalarında aynı algının var olduğu söylenebilir (Bezci ve Çiftci, 2012, s. 144). Ussama S. Makdisi de, 19. yüzyıl Osmanlı modernleşme sürecindeki reform hareketlerinin ürünü olan düşünsel alt yapıyı, self oryantalizm düşüncesinden hareketle, Osmanlı Oryantalizmi olarak adlandırmaktadır. Osmanlı’nın bu dönemi, açık ve örtük biçimde Batı’nın ilerlemenin yurdu, Doğu’nun ise geri kalmışlığın hâlihazırdaki sahnesi olarak görüldüğü dönemdir (Makdisi, 2014, s. 273).

Batı’nın Doğu’ya bakış açısıyla Doğuluların kendisine/toplumlarına bakması; Doğu’nun Batı bakış açısıyla kendisini şekillendirme çabası; medeniyet olarak ilerlemenin Batı zihniyetini olduğu gibi kabul edip, kendi değerlerini reddederek mümkün olacağının düşünülmesi self oryantalizmin temel mantığını ifade eder. Bu mantıkla self oryantalist paradigmayı ortaya çıkaran ve sürdürerek kavramsallaştırılan araçlar ise genel itibari ile Avrupa dışında bulunan toplumların modernleşme hattına girmeleri ile belirmektedir. Bu bağlamda, self oryantalizmin mucidi olan temas bölgesi elitleri, self oryantalizmin temel iticisi konumundadır. Modernleşme ile başlayan self oryantalizasyon süreci, ulus devletin oluşturulması ile sonlanmaktadır (Çifci, 2012, s. 26-27). Dolayısıyla modernleşme hareketlerinin zihni alt yapısında self oryantalist bakış açısı vardır. Göle’nin de belirttiği gibi (2007, s. 94), Batı dışı ülkelerin tarihi Batı modernitesinden bağımsız olarak yazılamaz ve Batı’ya göre geri kalmışlık bilinci ve modernite arzusu, Batı dışı ülkelerin tarihsel ve entelektüel güzergâhında derin izler bırakmıştır.
Dönemsel olarak self oryantalizm, modern-ulus devletlerin oluşum aşamasında modernleştirici liderler aracılığıyla; post-kolonyal dönemde kolonyalistler ile temasta bulunan entelektüeller tarafından kolonyalizmden sonra uygulanan politik strateji olarak dikkat çekmektedir. Postkolonyal devlet pratiklerinde ve postkolonyal entelektüel teorilerde oryantalizm içselleştirilmiştir. Bu açıdan bakıldığında self oryantalizm, modernist/batılaşmacı bakış açısının içselleştirilmesinin sonucudur (Bezci ve Çiftci, 2012, s.141; Dirlik, 1996, s.113-114; Jouhki, 2006, s.76). Bu süreç de Batı’nın Doğu’nun işlerine karışmasına zemin hazırlamıştır. Bir anlamda da Batı, bu vesileyle Doğu’yu yönlendirmek için Doğu’dan rıza/kabul almıştır (Durna, 2004, s. 263-264). Böylece Batı, Doğulu aydınların yardımıyla ideolojisini pekiştirmiş ve oryantalizmin tarihsel varsayımlarını pekiştirerek hegemonyasını Doğu toplumlarına kabul ettirmiş, aynı zamanda bu kabulü de içselleştirmiştir (Dirlik, 1996, s. 114). Dolayısıyla oto oryantalizmin en tehlikeli yönü, insanların kendilerine yüklenen yanlış kimlikler sonucu yaşadıkları toplumdan yabancılaştırdıklarında ortaya çıkmıştır. Böylece kendilerine yabancılaşan Batı dışı toplumların yaşadıkları sorunların gerçek niteliğini kavramaları önlenmiş, Avrupalıların empoze ettiği, kendi tarihsel geçmişlerine eleştirel bakma düşüncesine sahip olmuşlardır (Fontana, 2003, s. 131).
Oryantalizm ve self oryantalizme dair bu izah girişiminin ardından bu kavramların politik ve ideolojik yansımalarına dair bazı kavramsal ve kuramsal yaklaşımlara değinilebilir.
3. Tarihin Sonu Tezi ve Medeniyetler Çatışması Teorisi
20. yüzyılın ikinci yarısında, özellikle Soğuk Savaş dönemi ve sonrası, başta ABD ve Avrupa ülkelerinde olmak üzere dünyada kimlik siyaseti önem kazanmıştır (Kirman, 2010, s. 27). Bu siyasetin bir sonucu olarak özellikle İslam ve Doğu ile ilgili araştırmaların sayısı artmış, literatüre farklı tez ve teoriler katılmıştır. Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu mu? ve Samuel Phillips Huntington’ın Medeniyetler Çatışması başlıklı çalışmaları da bu süreçte ortaya çıkan ve Batı’nın İslam’a karşı siyasal bakış açısını gösteren, literatürü önemli derecede etkileyen çalışmalardandır.
1989 yılında Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu mu? başlıklı makalesinde modern dünyada siyasal alanda liberal demokrasinin meşruluğu üzerinde bir mutabakat olduğunu ve aynı zamanda monarşi, faşizm ve komünizm gibi egemenlik biçimlerinin liberal demokrasiye yenildiğini belirtmesi uluslararası bir söylemin geliştirilmesine zemin hazırlamıştır. Bu söyleminin oluşmasındaki etken ise Latin Amerika’da, Doğu Avrupa’da, Sovyetler Birliği’nde, Yakın Doğu ve Asya’da komünist-totaliter sistemlerin zayıflaması üzerine liberal demokrasinin bir amaç ve bir hedef politika olarak görülmesidir. Liberal demokrasinin insanlığın ideolojik evriminin son noktası ve nihai insani hükümet biçimi olarak kabul edilmesi (Fukuyama, 1999, s. 7-9) tek bir ideolojinin dünya üzerinde hüküm sürebileceği algısına sebep olmuştur. Liberalizmin çözemediği/çözemeyeceği bir meselenin başka bir ideoloji tarafından çözülemeyeceğini ve alternatif bir ideolojinin olmadığını, dolayısıyla ideolojik olarak tarihin bittiğini ifade eden Fukuyama (Yılmaz, 2006, s. 15), liberal demokrasinin rakipsizliğini şu şekilde ifade etmektedir (Fukuyama, 1999, s. 213-214):
“Geçmişte birçok insan, monarşi, aristokrasi, teokrasi, faşizm, komünizm, totalitarizm gibi kendisinin inandığı ya da bu ideolojilerden daha aşağı olduğunu düşündükleri için liberal demokrasiyi reddediyordu. Fakat bugün, en azından İslam dünyası dışında, liberal demokrasinin en mantıklı hükümet biçimi, yani rasyonel arzunun ya da rasyonel kabul görmenin en iyi gerçekleştiği devlet biçimi olduğu konusunda mutabakat vardır?”
İslam dünyasının dışındaki ülkelerin liberal demokrasiyi en mantıklı hükümet biçimi olarak görmeye başlamalarına karşın, neden hâlâ demokratik ol/a/madıklarını sorgulayan Fukuyama, demokrasiye geçişin zor olmasını kitabında tartışmaya açmaktadır (Fukuyama, 1999, s. 214). Ayrıca İslam’ın, tarihte liberal demokrasiyi yenilgiye uğrattığını fakat artık liberal demokrasi karşısında duracak bir güce sahip olmadığını belirten Fukuyama (Fukuyama, 1999, s. 60), diğer ideolojilerin de varoluş gösteremeyeceğini, günümüzde liberal demokrasinin üstünlük kazandığını iddia etmiş, dünyada yaşanan çatışmaların da ancak liberal demokrasi aracılığıyla azalacağını belirtmiştir (Gündüz, 2007, s. 181).
Dünya’da, tarihsel süreçte Batı ideolojisinin başarı gösteren tek ideoloji olduğu ve liberal demokrasinin üstün olduğu düşüncesi oryantalist bakış açısının ürünüdür. Batı egemen söylem biçimleriyle hareket ederek tarihsel süreci okumak; kutsanan liberal demokrasinin tarihsel bir zafer(!) kazandığını iddia etmek, liberal söylemlerin herhangi bir nesnellik taşımadığını göstermektedir. Ayrıca liberalizmin üstünlüğü kabulü, beraberinde Batı dışı ideolojileri ötekileştiren/hegemonyası altına alan bir söylemin geliştirilmesine zemin hazırlamıştır.
18. ve 19. yüzyıl modern Avrupa’sının Orta Doğu üzerindeki politikaları neticesinde oluşturulan sömürgeler, 20. yüzyılda liberal demokrasinin önderliğinde demokrasi vaadiyle yeniden şekillendirilmeye çalışılmıştır. Batı, özellikle de ABD, oluşturduğu öteki üzerindeki hâkimiyetini artırmak ve hinterlandını genişletmek için verdiği mücadeleyi ve çatışmacı faaliyetleri medeniyet aktarımı, demokratikleştirme adı altında yürütmüştür. Bu gerekçeye dayanarak dünya genelinde politik çıkarları için topraklar işgal edip, sömürgeler kurmuştur (Soy, 2007, s. 118). Bu sürecin sonunda ise o ülkelerin kendilerine has kültür ve değerleri, inanışları ya yok sayılmış ya da dönüştürülerek Batı’ya göre uyarlanmıştır. Fukuyama’nın deyişiyle, liberalizmin tarihsel süreçte siyasal zaferini kazandığı sonucuna varmak; bu zaferin arkasında var olan çatışma sürecini de kabul etmek anlamına gelmektedir. Edward W. Said’in söylem olarak geliştirdiği oryantalizm de bu tarihsel çatışma sürecine odaklanmaktadır. Said’e göre oryantalizm, Batı’dan güçsüz olan Doğu’ya dayatılan siyasal bir öğreti olup, bu dayatma ile Doğu’nun güçsüzlüğü ve farklılığı göz ardı edilir. Oryantalizmin bu hâkim paradigmaları da Doğu’ya ve Asya’ya hükmetmek ve sahip olmak için süregiden emperyalist planlarla çelişmemekte, hatta bu politikaları desteklemektedir (Said, 2012, s. 216,337).
Tarih boyunca Doğu ve Batı, özelde ise İslam ve Batı medeniyeti arasındaki ilişkiler incelendiğinde, Batı’nın Doğu ile ilgili öteki algısı oluşturduğu görülmektedir. Fukuyama’nın Tarihin Sonutezinde belirttiği liberal demokrasinin nihai sonucu da, bu mücadelenin sonucunun sadece siyasal olmadığını, kültürel ve politik olarak Batı’nın kendi dışındaki ideolojileri yok etmeyi amaçlayan çalışmalar yaptığnı göstermektedir. Bu konuda Edward W. Said, Batı’nın/liberal demokrasinin üstün olduğu(!) söylemini kullanarak üçüncü dünya ülkelerini(!), emperyalizm sonrası süreçte yeniden sömürgeleştirmeye çalıştığını belirtmektedir. Bir vekâlet sistemi aracılığıyla dünyanın Batı tarafından yeniden bu şekilde sömürgeleştirilmesi de Batı’nın Doğu’ya karşı bakışının postmodern bir şekilde tekrar vücut bulduğunu göstermektedir (Said, 2012, s. 363-364). Bu bakış açısının somut yansımalarını Batı ülkeleri tarafından (Özellikle ABD) askeri, siyasi, ekonomik olarak yürütülen 20. ve 21. yüzyıl Orta Doğu politikalarında fazlasıyla görmek mümkündür.
Fukuyama’nın, liberalizm ideolojisinin modern dünyada diğer ideolojilere galip geldiği ve Batı değerlerinin evrensel olarak sunulduğu (NPQ Türkiye, 1994) şeklindeki çerçevesine karşın, Samuel P. Huntington 1993 yılında yayınlanan The Clash of Civilizations (Medeniyetler Çatışması) başlıklı makalesinde, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra dünyada çatışmaların ideolojik ve ekonomik sebeplerden değil kültürel sebeplerden kaynaklanacağını savunmuştur (Huntington, 2001, s. 22). Huntington, Medeniyetler Çatışması tezinde yedi veya sekiz medeniyet (Batı, Konfüçyus, Japon, İslam, Slav-Ortodoks, Hindu, Latin Amerika, Afrika) arasındaki kültürel farklılıkları açıklayarak, bu farklılıkların oluşturduğu fay hatlarının ileriki süreçte çatışmaya sebep olacağını belirtmiştir (Huntington, 2001, s. 27,53).
Huntington, Medeniyetler Çatışması kavramının ifade ettiği anlamları şu beş önerme ile özetlemiştir (Huntington, 2001, s. 23-24):
“1-Küresel politika çok kutuplu ve çok medeniyetli olmuştur ve modernleşme Batılılaşmadan farklıdır. Bu modernleşme hiçbir biçimde evrensel uygarlığı ve Batılı olmayan toplumların Batılılaşmasını sağlayamamaktadır.
2-Medeniyetler arasındaki güç dengesi değişmektedir: Göreli etkililik bakımından Batı gerilemekte; Asya medeniyetleri ekonomik, askeri ve siyasal güçlerini genişletip yaymaktadırlar. İslam, Müslüman ülkeler ve komşuları için istikrarsızlığa neden olan demografik bir patlama içine girmiştir. Genel olarak Batılı olmayan medeniyetler kendi kültürlerinin değerini yeniden olumlamaktadır.
3-Medeniyete dayalı bir dünya düzeni ortaya çıkmaktadır: Kültürel yakınlıkları paylaşan toplumlar birbirleriyle işbirliği yapmakta, toplumları bir medeniyetten öbürüne geçirme çabaları başarısız olmakta ve ülkeler kendi medeniyetlerinin yanında yer alan devletler etrafında kümelenmektedirler.
4-Batı’nın evrenselcilik taslaması, gittikçe artan ölçüde diğer medeniyetlerle, özellikle Çin ve İslam’la, çok ciddi tartışmalara neden olmaktadır. Büyük ölçüde Müslüman ve Müslüman olmayanlar arasında yerel düzeydeki fay çizgisi savaşları “akraba devletlerin” birbiri yanında yer almaları, çatışmanın genişleme tehlikesi bu nedenle de çekirdek devletlerin bu savaşları durdurma çabalarına neden olmaktadır.
5-Batı’nın varlığını sürdürülebilmesi Amerikalıların Batılı kimliklerini vurgulamalarına, Batılıların medeniyetlerini evrensel değil, kendi türünde biricik olarak görmelerine, Batılı olmayan toplumlardan gelen tehditlere karşı koruma ve medeniyetlerini yenileyebilmelerine bağlıdır.”
Ülkeler arasındaki kültürel birliklerin olumlu ilişkilerin gelişmesine; kültürel farklılıkların ise çatışma ve mücadeleye sebep olduğunu belirten Huntington, 1980’lerde komünist sistemin çökmesiyle birlikte uluslararası sistemin tarihe karıştığını ve Batı’nın değerlerini savunup çıkarlarını korumaya kalkmasıyla, Batılı olmayan ülkelerin bir seçimle karşı karşıya kaldığını belirtmektedir. Bu süreçte bazı ülkeler Batı’yı taklit etmeye ve Batı ile birleşmeye veya onların yanında yer almaya çalışırken, Konfüçyüsçü ve İslami toplumlar Batı’ya karşı direnebilmek, denge oluşturabilmek için güçlenmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla Soğuk Savaş sonrası dünya politikasının temel ekseni de Batı gücü ve kültürü ile Batılı olmayan medeniyetlerin gücü ve iktidarı arasındaki etkilenmelerden oluşmuştur (Huntington, 2001, s. 27-28; 43-44).
Medeniyetlerin tarihsel gelişimini ve birbirleriyle olan etkileşimini, politik olayların medeniyetler arasındaki ilişkiyi şekillendirmesini tartışmaya açan Huntington, 20. yüzyılda bu ilişkilerdeki bir medeniyetin diğer medeniyetler üzerindeki tek yönlü etkisinin ortadan kalkarak, sürekli ve çok yönlü etkilenmelerin başladığını belirtmiştir. Batı medeniyeti diğer medeniyetlere oranla gücünü kaybetse de, diğer toplumlar üzerinde önemli etkilerde bulunmaya devam etmiştir (Huntington, 2001, s. 65-66). Batılı olmayan medeniyetlerin, Batı’ya karşı tepkilerinin başlaması yine Batılı değerlerle olmuştur fakat komünizmin ortadan kalkması bu süreci değiştirmiş ve ideolojilerin yerini din almıştır. Dini hareketlenmeler, Batılı olmayan ülkeler tarafından Batı modellerine alternatif olarak görülmüş ve Batı kültüründen bağımsız olabilmenin aracı olarak yorumlanmıştır. Buna karşın bu süreç Batı tarafından, Batı etkisinin reddi ve Batı gücünün tehdidi olarak algılanmıştır (Huntington, 2001, s. 139-141).
Tarihsel süreçte Sovyetler Birliği’nin dağılmasını, Batı’nın Sovyet Birliği’ne galip gelerek Batı’yı gerçek anlamda tehdit eden tek gücün ortadan kalkması ile süper gücün Amerika Birleşik Devletleri olması (Huntington, 2001, s. 109), Batı’nın düşmansız kalması ve hayali bir düşmanın yaratılmasına, Amerikalıların ulusal kimliklerini hep ötekinin karşıtlığı üzerine inşa ederken Soğuk Savaş olmadan ABD ne yapacak? (Huntington, 2006a, s. 165) sorusunun gündeme gelmesine zemin hazırlamıştır. Bu yüzden İslam’ın mücadele edilecek bir ideoloji(!)/din olabilmesi için; Müslümanların eylemlerini bağlamlarından soyutlayarak değerlendirme ve yorumlama; bazı kişilerin, grupların eylemlerini çoğunluğa mâl etme; başka dinler ve ideolojiler adına da benzer durumların olduğunu dikkate almama gibi bakış açıları geliştirilmiştir (Esposito, 2002, s. 350). Bu süreç, İslam ve Batı ilişkilerinin 1300 yıldır devam eden çatışmalı seyrinin sonucu (Huntington, 2006b, s. 32) olup, İslam ülkelerinde Batı’ya alternatif olarak kendi değerlerine yönelme ve Batı karşıtı siyasal ve kültürel faaliyetlerde bulunma eğilimleri (Huntington, 2001, s. 308-312) ile Batı’nın reddedilmesi bu bakış açılarının doğmasına zemin hazırlamıştır.
Görüleceği üzere, Batılı olmayan kültürlerin, yirminci yüzyılda Batı hegemonyasına karşı alternatif hareketlenmelere yönelmesi Batı tarafından problem olarak algılanmıştır. Bu süreçte Batı, özellikle güçlü olarak gördüğü İslam dinine bağlılığı öngören hareketlenmeleri kendisine tehdit olarak görmüş ve Batı kültürünün reddi ve modern dünyada yaşam rehberi olarak İslam dinine bağlanmayı öngören fikirsel hareketlere karşı stratejiler geliştirmiştir (İnalcık, 1998, s.30; Huntington, 2001, s.152-154). Demokrasinin İslam ülkelerinde istenilen yeterli etkiyi gösterememesi (Fukuyama, 1999, s.214; Huntington, 2001, s.159) ve küresel bunalıma Batı ideolojileri ile değil İslam medeniyetinin yeniden doğuşu ile çözüm bulunacağının düşünülmesi, İslami hareketlenmelerin siyasal olarak Batı tarafından kontrol edilme, homojenleştirilme arzusunu beraberinde getirmiştir.
Bu konu ile ilgili olarak Esposito (2002, s. 367-370), Huntington’ın ifade ettiği medeniyet kavramını modası geçmiş bir fikir ürünü olarak kabul etmektedir. Medeniyetlerin farklı, aykırı inanç ve değerleri kapsayan bir yapıya sahip olduğunu söyleyerek medeniyetlerin kendi içlerindeki farklılıkları göz ardı etmenin hata olduğunu belirtir. Huntington’un bakış açısındaki bu hatayı, Huntington’ın kitabındaki (Medeniyetler Çatışması) İslam’ın kanlı sınırları başlığı örneğinde görmek mümkündür. Çünkü kavramsal ve bölüm içeriği olarak, Müslümanların kanlı sınırı ya da Müslüman dünyadaki ülkelerin sınırları kanlı ifadesi kullanılabilecekken, bilinçli olarak İslam kelimesinin kullanılması, Huntington’ın Müslümanların eylemlerine değil, açıkça İslam dinine kan atfettiğini göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında, siyasal olarak Batı medeniyeti karşısına artı ve eksileriyle Müslüman devletlerinin yerine İslam’ı konumlandırması bilinçli bir politikanın ürünüdür.
Ayrıca Huntington, kitabında medeniyet kavramını açıklarken ABD, Kanada, Avrupa ve Avustralya’da bir Katolik-Protestan ayrımı yapmazken Katolik olması sebebiyle Latin Amerika’yı ayrı bir medeniyet olarak sınıflandırmıştır. Zengin Katolik ülkeleri ve bölgeleri (Avusturya, İspanya ve yarısı Katolik olan Kanada, İtalya ve Avustralya gibi) Katoliklerden ayırmakta ve zengin Protestanlarla aynı medeniyet (Batı Medeniyeti) içine yerleştirmektedir. Art niyetli yaklaşımın sonucu olan bu çelişki aynı zamanda, Batı medeniyetine en iyi, en zengin ve en demokratik(!) görüntüsünü verme çabasını yansıtmaktadır (Aktürk, 2007, s. 161).
Medeniyetler Çatışması kavramını açıklarken, dinler arasındaki farklılıklara odaklanılarak, dinler arasındaki benzerliklerin göz ardı edilmesi meselenin farklı yönlerini ortaya çıkarmaktadır. Dini doktrinler ve kutsal kitaplardaki özellikle ahlaki öğretiler benzer durumdadır (Esposito, 2002, s. 367). Eğer siyasal olarak herhangi bir çatışma olduysa ya da olacaksa bunun din ile ilgili değil ülke ya da devletler arasında olduğu/olacağı düşünülür. Örneğin tarihte Kuzey-Güney Kore gibi Konfüçyüs inancını taşıyan devletler; Cezayir-Fas, İran-Afganistan gibi İslam inancını paylaşan devletler arasında birçok savaş yaşanmıştır. Fakat Medeniyetler Çatışması tezinde bu durum göz ardı edilir. İslam ülkeleri arasındaki siyasal rejimler farklılık göstermekte iken ve Batı’nın İslam ülkeleriyle ilişkilerinin düzeyi çeşitlilik gösterirken, süreci Batı ve İslam karşıtı olarak okumak, Medeniyetler Çatışması kavramının da politik bir stratejinin ürünü olduğunu ve Batı’nın bu kavrama dayanarak İslam’a karşı siyasal stratejiler ürettiğini/üreteceğini gösterir (Dallmayr, 2006, s. 303). Oryantalist Bernard Lewis’in de kullandığı, Huntington’un geliştirdiği Medeniyetler Çatışması tezi; İslam’ın Soğuk Savaş dönemi sonrası komünizmden boşalan yeri doldurması için tehdit olarak görülebilmesi işlevini yerine getiren, Müslüman toplumları Batı’nın ötekisi ve Batı için büyük bir tehdit olarak gösteren oryantalist bir metindir (Gündüz, 2007, s. 178-179). Bu bağlamda Medeniyetler Çatışması kavramsallaştırmasını, kendisini merkeze konumlandırmak için mücadele eden ve etnosentrizm bakış açısıyla diğer medeniyetlere bakan bir Batı medeniyetinin, diğer medeniyetlere karşı yürüttüğü politik bir mücadele olarak okumak daha doğru olacaktır. Bu politik mücadele, ABD’nin/Batı’nın tek düşmanının İslam olduğu görüşünü yaygınlaştırarak, aynı zamanda İslam karşıtlığını oluşturabilme sürecinin teorik adıdır.
Muhteva olarak birbiriyle çelişen Tarihin Sonu(The End of History) ve Huntington’ın Medeniyetler Çatışması(The Clash of Civilizations) başlıklı iki tez, zamanlaması ve ABD dış politikasının teorik zeminini oluşturması açısından önemli derecede benzerlikler taşımaktadır. Batı medeniyetinin üstün değerlerine karşı boyun eğmek gerektiğini belirten Fukuyama’nın tezi yeni dünya düzeni fikrinin entelektüel alt yapısını oluşturmuştur. Buna karşın Huntington’un tezi ise askeri teknoloji ve silah ticaretinde tekel konumda olan ABD’nin hegemonyasını göz ardı ederek, Çin’in İslam ülkelerine silah sattığını iddia etmiştir. Objektif verilere dayanmayan bir İslam-Çin ittifakını tanımlamaya/oluşturmaya çalışan Huntington; bu algı ile Amerikan silah üretim ve ticaretinin hızlanmasını hukukileştirmiş; ABD’nin üreteceği politikalarda da İslam Dünyası ile Çin’i hedef olarak göstermiştir (Davutoğlu, 2006, s. 443-444; 447-448).
Yazar: Doç. Dr. Mustafa Temel
Başvuru:
1- Temel Mustafa, 2023. Türkiye’de İslamofobik Retorik. Uzam Yayınları
2- Temel, Mustafa, 2019. Türkiye’de siyaset yönelimli İslamofobik retorik: Refahyol Hükümeti Dönemi Basını Örneği Doktora Tezi. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/İletişim Bilimleri
KAYNAKÇA
Abdülmelik, E. (2014). Krizdeki Oryantalizm. Aytaç Yıldız (Ed.), Oryantalizm Tartışma Metinleri içinde (s. 39-77). Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Aktürk, Ş. (2007). “Braudel’den Elias’a ve Huntington’a “Medeniyet” Kavramının Kullanımları”. Doğu Batı Dergisi, 41, 147-176.
Alkan, N. (2016). Karikatürlerle Oryantalizm. İstanbul: Selis Kitaplar.
Arlı, A. (2014). Oryantalizm Oksidentalizm ve Şerif Mardin. İstanbul: Küre Yayınları.
Barthold, V. V. (2004). Rusya ve Avrupa’da Oryantalizm. İstanbul: Küre Yayınları.
Bezci, B. ve Çiftci, Y. (2012). “Self Oryantalizm: İçimizdeki Modernite Ve/Veya İçselleştirdiğimiz Modernite”. Akademik İncelemeler Dergisi, 7,(1), 139-166.
Binder, L. (1999). Oryantalizmin Yapıçözümü. Abdullah Topçuoğlu, Yasin Aktay (Ed.), Postmodernizm ve İslam, Küreselleşme ve Oryantalizm içinde (s.170-224). İstanbul: Vadi Yayınları.
Bulut, Y. (2004). Oryantalizmin Kısa Tarihi. İstanbul: Küre Yayınları.
Carrier, J. G. (2014). Oksidentalizm. Aytaç Yıldız (Ed.), Oryantalizm Tartışma Metinleri içinde (s. 464-491). Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Cevizci, A. (2000). Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma Yayınları.
Çaycı, A. (2015). Oryantalizm, Oksidentalizm ve Sanat. İstanbul: İnsan Yayınları.
Çifci, Y. (2012). Türkiye’de Self Oryantalizmin Nesnesi Olarak Kürtler. Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Sakarya.
Davutoğlu, A. (2006). Fukuyama’dan Huntington’a Bir Bunalımı Örtme Çabası ve Siyasi Teorinin Pragmatik Kullanımı. Murat Yılmaz (Der.), Medeniyetler Çatışması içinde (s. 443-449). Ankara: Vadi Yayınları.
Dirlik, A. (1998). “Avrupa Merkezcilikten Sonra Tarih Var mı? Küreselcilik, Sömürgecilik-Sonrası ve Tarihin İnkarı”. Cogito, (15), 251-274.
Doğan, M. Z. (2013). “Self Oryantalizm Bağlamında Türk Medyasının Arap Aktivizmine Yaklaşımı”. 1.Uluslararası Medya Çalışmaları Sempozyumu (s. 451-462). Antalya.
Durna, T. (2004). Köşe Yazılarında Avrupa Birliği Tartışmaları: Helsinki Zirvesi 1999. Çiler Dursun (Der.), Haber, Hakikat ve İktidar İlişkisi içinde(s. 259-288). Ankara: Elips Kitap.
Esposito, J. L. (2002). İslam Tehdidi Efsanesi. İstanbul: Ufuk Kitapları.
Fontana, J. (2003). Çarpıtılmış Geçmişe Ayna/Avrupa’nın Yeniden Yorumlanması. İstanbul: Literatür Yayınları.
Fukuyama, F. (1999). Tarihin Sonu ve Son İnsan. İstanbul: Gün Yayıncılık.
Golden, S. (2009). “Orientalism in East Asia: A Theoretical Model”. Inter Asia Papers, 1-26.
Göle, N. (2007). İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa. İstanbul: Metis Yayınları.
Gündüz, A. (2007). “Medeniyetler Çatışması ve Türk Batılılaşmasının İmkansızlığı”. Doğu Batı Dergisi, 41, s. 177-192.
Halliday, F. (2014). “Oryantalizm” ve Eleştirmenleri. Aytaç Yıldız (Ed.), Oryantalizm Tartışma Metinleri içinde (s. 78-106). Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Hanks, M. E. (2009). Erken Modern Dönemde Avrupa 1450-1789. (Çev. Hamit Çalışkan). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Hentsch, T. (2016). Hayali Doğu. (Çev. Aysel Bora). İstanbul: Metis.
Hobson, J. M. (2008). Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri. (Çev. Esra Ermert). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
untington, S. P. (2001). Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması. İstanbul: Okuyan Us Yayın.
Huntington, S. P. (2006a). ABD Ulusal Çıkarlarını Yitirirken. Murat Yılmaz (Der.), Medeniyetler Çatışması içinde (s. 164-170). Ankara: Vadi Yayınları.
Huntington, S. P. (2006b). Medeniyetler Çatışması Mı? Murat Yılmaz (Der.), Medeniyetler Çatışması içinde (s. 23-51). Ankara: Vadi Yayınları.
Hüseyin, A. (1989). Oryantalizm’in İdeolojisi. Asaf Hüseyin, Robart Olson, Cemil Kureşi (Ed.) Oryantalistler ve İslamiyatçılar içinde (s. 15-34). İstanbul: İnsan Yayınları.
Irwin, R. (2008). Oryantalistler ve Düşmanları. (Çev. Bahar Tırnakcı). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
İnalcık, H. (2013a). Rönesans Avrupası. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları .
Jouhki, J. (2006). Imagining the Other Orientalism and Occidentalism in Tamil-European Relations in South India. Jyvaskyla: University of Jyvaskyla Press.
Kahraman, H. B. (2002). “İçselleştirilmiş, Açık ve Gizli Oryantalizm ve Kemalizm”. Doğu Batı Dergisi, 159-186.
Kalın, İ. (2007). “Napolyon ile Ceberti Arasında: Modern Döneme Girerken Oryantalizmin Yeni Yüzler”. Uluslararası Oryantalizm Sempozyumu (s. 169-183). İstanbul.
Kalın, İ. (2016a). İslam ve Batı. Ankara: İSAM Yayınları.
Kalın, İ. (2016b). Ben, Öteki ve Ötesi. İstanbul: İnsan Yayınları.
Keyman, F., Mutman, M. ve Yeğenoğlu, M. (1996). Giriş: Dünya Nasıl “Dünya” Oldu ? E. F. Keyman, M. Mutman ve M. Yeğenoğlu (Der.), Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark içinde (s. 7-23). İstanbul: İletişim Yayınları.
Kirman, M. A. (2010). “İslamofobinin Kökenleri: Batılı mı Doğulu mu?”. Journal of Islamic Research, 21-39.
Kontny, O. (2002). “Üçgenin Tabanını Yok Sayan Pythagoras: Oryantalizm ve Ataerkillik Üzerine”. Doğu Batı, 20, 121-136.
Kula, O. B. (2011a). Batı Edebiyatında Oryantalim-I. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Kula, O. B. (2011b). Batı Edebiyatında Oryantalizm-II. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Kutub, M. (2014). Oryantalistler ve İslam. İstanbul: Beka Yayıncılık.
Lewis, B. (1982). “The Question of Orientalism.” The New York Review of Books, 29, (11), 1-20.
Lewis, B. (2017). İslam ve Batı. Ankara: Akılçelen Kitaplar.
Lockman, Z. (2013). Hangi Ortadoğu. İstanbul: Küre Yayınları.
Makdisi, U. (2014). Osmanlı Oryantalizmi. Aytaç Yıldız (Ed.), Oryantalizm Tartışma Metinleri içinde (s. 271-315). Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Mardin, Ş. (2002). “Oryantalizmin Hasıraltı Ettikleri.” Doğu Batı Dergisi, (20),115-121.
Metin, A. (2013). Oksidentalizm; İki Doğu, İki Batı. İstanbul: Açılım Kitap.
Mutman, M. (2007). Şarkiyatçılık/Oryantalizm. Tanıl Bora, Murat Gültekingil (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce Cilt 3: Modernleşme ve Batıcılık içinde (s.189-211). İstanbul: İletişim Yayınları.
Özçelik, T. G. (2015). Doğu ve Batı Dikotomisinin Yarattığı Gerçeklik: Oryantalizm-Oksidentalizm. Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı. Yayımlanmamış Doktora Tezi. Bursa.
Parla, J. (2015). Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik. İstanbul: İletişim Yayınları.
Parlakışık, A. (1995). Oryantalizm Soruları. İstanbul: İnsan Yayunları.
Said, E. W. (2012). Şarkiyatçılık. (Çev.Berna Ülner). İstanbul: Metis.
Süphandağı, İ. (2004). Batı ve İslam Arasında Oryantalizm. İstanbul: Gelenek Yayıncılık.
Turner, B. S. (1989). Oryantalizm ve İslamda Sivil Toplum Meselesi. Asaf Hüseyin, Robart Olson, Cemil Kureşi (Ed.), Oryantalistler ve İslamiyatçılar içinde (s. 35-60). İstanbul: İnsan Yayınları.
Uluç, G. (2009). Medya ve Oryantalizm. İstanbul: Anahtar Kitaplar.
Uluç, G. ve Soydan, M. (2007). “Said, Oryantalizm, Resim ve Sinemanın Kesişme Noktasında Harem Suare.” Bilig Dergisi, (42), 35-53.
Watt, W. M. (1999). Oryantalizm ve Körfez Savaşı Sonrası Müslümanlar ve Hristiyanlar. Abdullah Topçuoğlu, Yasin Aktay (Ed.), Postmodernizm ve İslam, Küreselleşme ve Oryantalizm içinde (s. 331-352). Ankara: Vadi Yayınları.
Yeğenoğlu, M. (2003). Sömürgeci Fanteziler. İstanbul: Metis Yayınları.
Yıldız, A. (2014). Sunuş Yazısı. Aytaç Yıldız (Ed.), Oryantalizm Tartışma Metinleri içinde (s. 9-14). Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Yılmaz, M. (2006). Giriş Yazısı. Murat Yılmaz (Der.), Medeniyetler Çatışması içinde (s. 13-22). Ankara: Vadi Yayınları.
Zakzûk, M. H. (1993). Oryantalizm veya Medeniyet Hesaplaşmasının Arka Planı. İzmir: Işık Yayınları.
COMMENTS